
FOX TV ana haber bülteninde, ekmek kuyruğunda bekleyen bir vatandaş anlatıyor: “İki gün önce yine burada beklerken tam bana sıra gelmişti ki, bir kadın araya girip mahcub ve utangaç bir şekilde, ‘Askıda ekmeğiniz var mı? Evde çocuklar aç…’ dedi. İçim parçalandı. Kadınlarımızın bu duruma düşmesi hiç normal değil…”
Bir gün sonra 26 Mart Cumartesi akşamı partisinin Sancaktepe Danışma Meclisi Toplantısı’nda konuşan AKP Genel Başkan Vekili Binali Yıldırım, “Gıda, petrolden de altından da daha önemli” dedi. Son günlerde Ankara’nın merkezi Kızılay’a yolu düşenler, Çankaya Belediyesi’nin önünde uzun bir öğrenci kuyruğuyla karşılaşırlar. “Sıcak çorba” kuyruğudur bu. Çankaya Belediyesi, her akşam kimliğini gösteren öğrencilere sıcak çorba servisi yapıyor.
Fakirin kurtarıcısı patatesin bir kilogramı 8-10 TL’ye dayandı. O kadar bereketlidir ki, ister yemeğini yap, ister haşlayıp salatasını yap, ister fırına sür, ister böreğini, istersen de çorbasını yap… Çuval çuval alınırdı… Keza kuru fasulye, kırmızı mercimek de… Bunlar da fakirin protein ihtiyacını karşılardı. Patates şimdi tane tane alınıyor. Sıvı yağ, kuru fasulye, kırmızı mercimek lüks gıda maddeleri oldu…
Çünkü neymiş, gıda, petrolden ve altından da daha önemliymiş… Bir öğretmen tanıdığım anlatıyor: “Bir süredir bazı çocuklarım sınıfa bembeyaz yüzle geliyorlar. Beslenme çantalarını sorduğumda, bana boş çantayı gösteriyorlar, ‘Evde de yiyecek bir şey yok öğretmenim’ diyorlar. Artık dayanamıyorum…”
Sokaklarda çöpleri karıştıran çocuklar günlük rutinlerimiz oldu… Suriyeli, Afganistanlı diyerek kendimizi rahatlatıyoruz…. Sanki Suriyeli olunca ya da Afgan olunca çöpleri karıştırmaları normalmiş gibi…
“Büyük Kıtlık” ya da “Gorta Mor”, İrlanda’da 1845 yıllarında yaşanan büyük açlık döneminin adı.
Bir milyon kişi hayatını kaybetti.
Politik başarısızlık, patateslerin hastalıkla kullanılamaz hale gelmesi gibi nedenlerle ülkede büyük bir kıtlık baş gösterdi. Kıtlık, İrlanda tarihinde bir dönüm noktası oldu. Adanın demografik, siyasi ve kültürel manzarası değişti…
TÜRKİYE BENZER BİR DÖNEMİ YAŞIYOR…
Gıda tedarikinde dünyada kendi kendine yeten üç-beş ülkeden birisi olan Türkiye şimdi buğdayını Rusya’dan, ayçiçek yağını Ukrayna’dan, cevizini Arjantin’den, çiftlik hayvanlarını Uruguay’dan, Brezilya’dan, Sırbistan’dan ithal ediyor…
İzlenen yanlış politikalara ve alınan hatalı kararlara, dünyadaki salgın ve savaş krizleri de eklenince ithalat durma noktasına geliyor… Birileri gıdanın ve dolayısıyla tarımsal üretimin, petrolden ve altından daha değerli olduğunu anlıyor!
Küresel iklim krizi dolayısıyla bilim insanları yıllardır bas bas bağırıyor… “Tarım topraklarınızı koruyun… Su kaynaklarınızı koruyun… Ormanlarınızı koruyun…” diye uyarı üzerine uyarı yapıyorlar…
Çünkü dünyadaki en değerli şeyin artık siyah sıvının veya sarı metalin değil sarı buğday başakları olduğu çoktandır biliniyor…
İklim krizinin bir felakete dönüşmesini engelleyebilmenin ve dolayısıyla topraklarımızı, sularımızı ve yaşam alanlarımızı koruyabilmenin tek yolu sera gazlarının çoğalmasını engellemek. Yani karbon salınımını, bir başka deyişle fosil yakıt tüketimini en aza indirgemeniz gerekiyor. En önemli karbon yutak alanlarından olan ormanlarınızı korumanız gerekiyor.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafya, küresel iklim krizinden en çok etkilenecek bölgeler arasında görülüyor. Aşırı sıcak dalgaları, kuraklık, su kıtlığı ve denize yakın bölgelerin sular altında kalması gibi sorunlar bizi bekliyor. Bu sorunlar tarımsal üretime doğrudan darbe anlamına geliyor.
Bugün dünyada sera gazlarının en önemli nedenlerinden biri olarak “kömürlü termik santraller” gösterilirken, Türkiye’de ise 37 kömürlü termik santral halen faaliyette. Yakında zamanda açılmayı bekleyen bir termik santralle birlikte, 22 termik santral daha planlanıyor. Daha fazla termik santral için zeytinlikleri feda eden yönetmelik bile çıkarıldı. Termik santrallerin ve bağlantılı çalışan kömür madenlerinin ormanları ve tarım alanlarını yok ettiği, su kaynaklarını kuruttuğu bir başka deyişle tam anlamıyla bir ekokırım yaşandığı acı bir gerçek.
Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere iktidar sözcüleri son günlerde bir yandan,“Ekilmedik bir karış toprak bırakmayın” diye açıklamalar yaparken diğer yandan tarım alanlarını yok etmek yolunda her şeyi yapıyor.
Tarımın en önemli girdilerinden olan gübre, ilaç, tohumluk ve mazot fiyatları dörde-beşe katlanırken, tarım işçilerinin ücretleri artarken iktidar en kötüsünü taksit taksit açıklıyor.
MAPEG, daha önce de 2018 yılı Temmuz ayında 616, 2019 yılı Nisan ayında ise 417, 2020 yılı Ağustos ayında 766 maden sahası için ihaleye çıkmıştı. Şimdi de 61 ilde 344 maden sahası için ihale açıldı.
AKP iktidarı bu ülkenin dağlarını, bağlarını, ormanlarını satarak devletin kasasını doldurmayı hedefliyor. Aslında bu yapılan, yüzde 8 faizle İngiltere tefecilerinden kredi almaktan çok daha kötü.
Bugün Türkiye’nin dört bir köşesinde madencilik adı altında acımasızca doğa katliamları yaşanıyor. Yeni bir milenyum eşiğinde yani 2000’li yılların başında Bergama’da verilen mücadelenin üzerinden neredeyse 20 yıl geçti.
2001 krizinden sonra da bugün olduğu gibi aynı masallar, milyar milyar dolarlar ballandıra ballandıra anlatıldı. Vahşi madencilik, yağma-talan madenciliği “çıkış yolu” olarak gösterildi. Çarpıtılmış rakamlar ve abartılmış, manipüle edilmiş raporlarla kamuoyu yanıltıldı. Köylerini, bağlarını, bahçelerini, yaşam alanlarını canları pahasına koruyan insanlar, “Alman ajanı, kökü dışarıda” kumpaslarıyla sindirildi. Siyanürlü-sülfürik asitli altın madenlerinin önü açıldı.
2001 yılında bir taneydi. Bugün bu satırlar yazılırken Türkiye’de 19 siyanürlü altın madeni var. 19 siyanür madeni de yolda. Bergama köylülerini ve siyanürlü madene karşı mücadele eden insanları “hain” ilan edileli 20 yıl geçti. Türkiye bugün çok daha iyi bir durumda mı? Bunu kıyaslayacak bir zaman aralığına sahibiz artık. Ne var ki, altın masallarının anlatıldığı 20 yılın sonunda bugün devleti yönetenler, çok ciddi bir salgının tam ortasında vatandaşlarına iban numarası verip 10 TL dileniyor. 20 yılda “devlet hakkı” denilen sadaka payıyla devletin kasasına giren para 500 milyon doları geçmiyor. Kartellerin kasasına ise 10 milyar dolardan fazla girdi.
Birilerinin ne iklim krizini anladığı var ne de koronavirüsü dinlediği. Onlar için iklim krizi, birtakım fonlardan yararlanmadan ibaret. Koronavirüs ise “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” felsefesini hatırlatıyor onlara.
“Altın Ölüm” ve “Altın Girdap” kitaplarımızda ısrarla anlatıyoruz. Her köşe başına açılan taş ocakları, mermer ocakları ve kömürlü termik santrallerin de en az altın, gümüş ve nikel madenleri kadar yıkıcı etkilere sahip olduğu görüldü. Türkiye çok tehlikeli bir yol ayrımında. Birileri ülkenin dağlarını, ormanlarını, yaylalarını, meralarını, köylerini, su kaynaklarını “meta” olarak görüp satılığa çıkarmış durumda. Bunu da millete, “iş, istihdam, ekonomi” diye pazarlıyorlar. Onların “iş” dediği milletin köyünün yıkılması; onların “istihdam” dediği yüz binlerce ağacın bir çırpıda içindeki trilyonlarca canlıyla birlikte yok edilmesi; onların “ekonomi” dediği bu ülkenin can damarları olan yaylaların-meraların ve su kaynaklarının acımasızca zehirlenmesi. Bu bir ekonomi değil olsa olsa “ekokırım” olabilir. Madencilik bir ülkenin sanayisi için belirli bir strateji ve planlama içinde devletin kontrolünde, sıkı kurallar çerçevesinde yapılırsa bir yere kadar tolere edilebilir. Ancak madencilik ham ya da yarı mamül olarak ülkenin taşının-toprağının gemilere doldurulup yurt dışına gönderilmesi şeklinde yapılırsa bunun adı sömürge madenciliğidir. Sömürge madenciliği hangi ülkeye olursa olsun yıkımdan, sefaletten, iç savaştan başka bir şey getirmemiştir.