Paris Anlaşması ve COP26 sonrası Türkiye iklim politikaları

GÜLŞAH DENİZ ATALAR

Dünyamızın ısı kaynağı, güneşten gelen ışınlardan daha çok yeryüzünden yansıyan ışınlardır. Bu ışınlar karbondioksit, metan gazı, su buharı ve azot oksit gibi bazı gazlar tarafından tutulur ve ışınların bu gazlar tarafından tutulması “sera etkisi” olarak adlandırılır. Bu doğal etki ne yazık ki dünya üzerindeki karbondioksit ve yukarıda adı geçen diğer gazların miktarının artması ile fazlalaşmaya, dünyamızın sağlıklı döngüsü ve canlı yaşamı için tehlike oluşturmaya başlamış ve bu durum iklimleri de değiştirmeye başlamıştır.

Ne yazık ki iklim değişikliği, hatta soruna dikkat çekmek için doğru bir söylemle iklim krizi, eğer gereken önlemler alınmaz ise dünyayı ve insanlığımızı büyük riskler altında bırakacak bir hale gelmiştir. Son 10.000 yılda dünya, öngörülebilir mevsimlerin yaşandığı, güvenilir bir havanın olduğu ve uygarlığın geliştiği bir dönem ve küresel sıcaklıkların artı veya eksi 1 dereceden fazla dalgalanmadığı zamanları geçirdi. Ancak sanayi devrimi ile birlikte fosil yakıtların kullanımının artması, orman ve sulak alanların yaşam alanı açmak uğruna kurutulması, yerleşim yeri olarak daha çok kıyıların tercih edilmesi ile deniz alanlarının ve ekosisteminin betonlaşmayla mücadele etmesi, endüstri ve bilgi dünyasındaki gelişmelerle beraber dünyaya yaptıklarımız ne yazık ki atmosfere görülmemiş bir hız ve ölçekte karbon salmaya başladı. Bu konforlu hayatın devamı için her geçen gün biraz daha fazla kömür ve petrol kullanıldı ve sabit olan karbon miktarı hızla artışa geçti. 18. ve 19. Yy.larda 280 ppm civarında olan karbondioksit oranları özellikle 1950 sonrası hızla artmış ve 2020 yılında 420 ppm olmuştur ve bu artış iklim değişikliğini de beraberinde getirmiştir.

2021 yılı geçen en sıcak 7 yıldan biriydi ve atmosferik sera gazı konsantrasyonlarının yıl boyunca artmaya devam ettiği, karbondioksit seviyelerinin yıllık küresel ortalamasının yaklaşık 414 ppm’lik rekor seviyeye ulaştığı bir yıl olarak kayıtlara geçti. Sıcaklıkların ve atmosferdeki karbondioksit seviyelerinin artışı olağandışı hava olaylarının sıklığının artmasına, buzulların hızla erimesine, okyanusların ısınmasına ve ortalama deniz düzeyi seviyesinin yükselmesine sebep olarak gezegenimizi büyük risk altına sokmaktadır. Gezegenimiz biyoçeşitliliğin azalması, özellikle en büyük karbon yutaklarımız olan orman arazilerimizin yangınlarla tahrip olması, tarım alanlarında su krizinden kaynaklanan azalmalar sonucunda göç dalgalarının oluşması ile karşılaşıyor ve bu krizler hızla devam edecek.

Bu değişim yaşanırken dünyamızın döngüsünün bozulmasına engel olmak amacıyla uluslararası bir takım çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Birleşmiş Milletler, 1970’li yıllarda ozon tabakasında meydana gelen delinme sonrasında ve o sırada yaşanan gelişmelerin tecrübesiyle, çevre programı (UNEP) ile iklim değişikliğinin uluslararası alanda değerlendirilmesi gereken bir mesele olduğunu, bu probleme ilişkin önlemlerin ancak küresel ölçekte alınırsa faydalı olabileceğini yıllardır düzenlediği birçok konferansla ve yayınladığı raporlarla ispatlamıştır.

Özellikle 1988 yılında UNEP ve Dünya Meteoroloji Örgütü tarafından İklim değişikliği ile ilgili düzenli çalışmalar yapmak üzere kurulan ve bugün de hala en yetkili kuruluş olan “Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)”nin bilimsel bilgi ile hazırlanan raporlar ile iklim değişikliğinin yıllar içerisinde bir krize dönüştüğünü, küresel iklim değişikliğine neden olan etkenler değerlendirildiğinde gözlenen iklim değişikliğinin insan nedenli olduğunu ve iklim değişikliğinin oluşmasında en az payı olanların ne yazık ki bu değişimden en çok etkilenenler olduğunu ortaya koymaktadır. Her ne kadar devletler uluslararası alanda sözleşmelerle bazı taahhütlerde bulunsalar da sıcaklık artışını 1.5 derecenin altında tutmak ve sıfır emisyon hedeflerini tutturmak için yapılan uyum ve azaltım çalışmaları yeterli olmaktan uzak görünmektedir.

IPCC’nin rapor tarihçesine baktığımızda dünyada yaşanan iklim değişikliği ile ilgili kapsamlı araştırmaları ve değerlendirmelerini içeren ilk raporunu 1990 yılında yayımladığını görmekteyiz. Bu rapor 1992 yılında BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’na (Rio Konferansı veya Rio Dünya Zirvesi) zemin hazırlamıştır. Rio Konferansında iklim değişikliği için en önemli oluşumlardan biri olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) imzaya açılmış ve 166 ülke tarafından imzalanmıştır. Sözleşme 1994 yılında yürürlüğe girmiştir ve bugün itibariye 197 ülke taraftır. Sözleşmeye taraf olan ülkeler her yıl ulusal sera gazı salım istatistiklerini Birleşmiş Milletler Komitesi’ne bildirmeyi kabul etmişlerdir. Böylece ülkelere bir sera gazı salım envanteri oluşturmaları, bu gazları azaltmak üzere çalışmalar yapmaları ve yaptıkları çalışmaları da Taraflar Konferansında (COP -Conferance of Parties) paylaşmaları istenmiştir. BMİDÇS’nde hükümetlere iklim değişikliği ile mücadelede “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar” altında harekete geçmeleri, gelişmiş ülkelerin ise iklim değişikliğinin temel sorumluları olarak öncü olması zorunluluğu getirilmiştir.

Taraflar konferansının ilki 1995 yılında Berlin’de düzenlenmiştir. Taraflar Konferansının yapılma amacı, İklim değişikliği ile mücadelede tarafların bir araya gelerek çabalarını birbirleri ile paylaşması ve durum değerlendirmesi yapıp aksiyom almaktır. IPCC de iklim değişikliği hakkındaki en kapsamlı ikinci raporunu 1995 yılında yayımlamıştır. Berlin İklim Değişikliği Konferansı’nda sanayileşmiş ülkelerin sera gazı salımlarını azaltmaları ile ilgili kesin hedefler konulması gerektiği konuşulmuş, ABD Başkanı Bill Clinton ve diğer küresel sera gazı salım liderleri ayak sürüseler de görüşü onaylamışlardır (Giddens, 2013).

BMİDÇS kapsamında ülkeler Ek-1, Ek-2 ve Ek Dışı olmak üzere üç listede sınıflandırılmıştır. Buna göre Ek-1 listesinde yer alan ülkeler gelişmiş ülkeler olup, 2000 yılına kadar sera gazı salımlarını 1990’daki seviyesine çekmekle yükümlüdür. Ek-2 listesinde yer alan ülkelere ise sera gazı salımlarını azaltım yükümlülüğünün yanı sıra sera gazı salımlarını azaltmak için teknoloji transferini sağlamak üzere gelişmekte olan ülkelere maddi destek vermesi gereken ülkelerden oluşmaktadır. Ek dışı ülkeler ise herhangi bir zorunluluğa tabi tutulmamış ama sera gazı azaltımı yapmaları ve mevcut sera gazı yutak alanlarını koruması önerilen ülkelerden oluşmaktadır.

Türkiye OECD ülkesi olması nedeniyle gelişmiş ülke olarak listenin hem Ek-1 hem de Ek-2 listesinde yer almıştır. Türkiye, Ek-2 ülkelerine yüklenen hem sera gazı azaltım zorunluluğu hem de mali yükümlülüklerden dolayı Ek-2 listesinden çıkmayı talep etmiş ve yoğun görüşmeler sonucu 2001 yılında düzenlenen COP 7 Marakeş Konferansı’nda ülkemiz Ek-2 listesinden çıkarılmış ve özel şartları tanınmış bir EK-1 ülkesi olmuştur. Böylelikle Ek-1 ve Ek-2 listesinde yer almasından kaynaklı sorunlar çözüldüğünden 10 yıl boyunca taraf olmadığımız BMİDÇS’ne sözleşmenin yürürlüğe girişinin 10. yılında 2004 yılında taraf olunmuştur.

BMİDÇS’nden sonra iklim değişikliği ile ilgili en önemli adımlar arasında gösterilen diğer bir oluşum Kyoto Protokolü’dür. 1997 yılında Kyoto’da düzenlenen 3. taraflar konferansında kabul edilen Kyoto Protokolü, sözleşmeye kıyasla yükümlülükler bakımından hukuki farklılık göstermektedir. Kyoto Protokolünün iki dönemi bulunmaktadır; 2008 ile 2012 yılları arasında Ek-B ülkeleri için geçerli olan sera gazı azaltım dönemi ve 2013 ile 2020 yılları arası için 1990 yılına göre en az %18 azaltım dönemidir. İkinci taahhüt dönemi için COP13 Bali Yol Haritası, COP15 Kopenhag Konferansı ve COP18 Doha Konferansı önemli kilometretaşlarını oluşturmuştur. COP15’de bir uzlaşmaya varamayan taraflar COP18’de oluşturulan Doha Değişikliği ile birlikte ikinci taahhüt dönemi başlamıştır.

Türkiye, Kyoto Protokolü yürürlüğe girdikten sonra protokole taraf olduğu için I. taahhüt döneminde herhangi bir azaltım yükümlülüğü almamıştır. II. taahhüt döneminde de sera gazı salımını azaltım için belirlenmiş herhangi bir sayısal azaltım yükümlülüğü bulunmamaktadır. 31 Aralık 2020 tarihiyle ise Kyoto Protokolü ömrünü tamamlamış ve yerini Paris İklim Anlaşmasına bırakmıştır.

Küresel iklim rejimini düzenleyen en son ve en güncel oluşum Paris İklim Anlaşmasıdır. Paris İklim Anlaşması 2015 yılında Paris’te düzenlenen 21. Taraflar Konferansı’nda ortaya atılmış ve yaklaşık 1 ay süren görüşmeler sonucunda 195 ülkenin oy birliği ile kabul edilmiştir. Paris İklim Anlaşmasının yürürlüğe girmesi için küresel sera gazı salımının toplamda %55’ini oluşturan 55 ülkenin anlaşmayı onaylaması koşulunun karşılanması ile birlikte 4 Kasım 2016 tarihinde yürürlüğe girmiş ve kabulünün üzerinden 1 yıl geçmeden yürürlüğe giren ilk küresel anlaşma olmuştur. Paris İklim Anlaşması, düşük karbon ekonomisine geçişi teşvik etmek, iklim değişikliğine dirençli kalkınmayı geliştirmek ve iklim değişikliği risk ve etkilerini azaltım bilinciyle sıcaklığı sanayileşme öncesi döneme kıyasla 2°C’nin altında tutmak, olabildiğince 1,5°C’de sınırlandırmayı amaçlamaktadır.

Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması için belirlediği ve onaylama süresinin de bu kadar uzun sürmesinin 3 önemli sebebi bulunmaktaydı. Bunlar; ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluk ilkesinin eklenmesi, BMİDÇS’ndeki Ek listelerin baz alınmaması ve COP21’de ilk taslak metinde olduğu gibi Türkiye’nin gelişmekte olan ülkeler sınıfında yer alması gerektiğidir.

Türkiye’nin ilk iki isteği anlaşmada karşılık bulmuş ama son talebi karşılanmamıştır. Anlaşmaya göre gelişmiş ülkeler; sera gazı salımı azaltımı yapmakta öncü olmalı, gelişmekte olan ülkelerin dönüşümlerine mali katkı sağlamalı ve gelişmekte olan ülkeleri sera gazı azaltımına teşvik etmekle sorumlu tutulmuşlardır. Türkiye, hala gelişmiş ülkeler statüsünde bulunmasına rağmen bu önemli anlaşmayı anlaşmanın ilk imzacılarından olması sebebiyle de 7 Ekim 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı Kararı ile onaylamış olup, anlaşma onay belgesinin BM Sekretaryası’na gönderilmesi 11 Ekim 2021 tarihinde gerçekleştirilmiştir.

Paris İklim Anlaşmasının hedeflerine ulaşma yolunda 1 Ekim-13 Kasım 2021 tarihlerinde Birleşik Krallık’ın (BK) ev sahipliğinde, Glasgow’da düzenlenen 26.Taraflar Konferansı bir dönüm noktası olarak düşünülmekteydi. Türkiye de (COP 26) taraflar konferansına Paris İklim Anlaşmasını onaylamış bir ülke olarak katılım göstermiş ve bu önemli konferansta alınan kararlarda söz sahibi olabilmiştir. Ancak COP26 kararları özellikle kayıp hasar mekanizmaları açısından bekleneni veremeyen bir konferans olarak tarihe geçmiştir. Yani iklim değişikliğine hiçbir katkısı olmayan ama iklim değişikliğinden en fazla etkilenen ülkeler kendi sorunları ile baş başa kalmış ve bu işin çözümü COP 27 Mısır’a bırakılmıştır.

Her ne kadar bekleneni vermese de COP 26’da ülkelerin 2022 sonuna kadar daha iddialı iklim hedefleri ile gelmesinin kararlaştırılması ve kömür kullanımının azaltılması ve fosil yakıtlara teşviklerin sonlandırılmasının ilk defa resmi müzakere metinlerine geçmesi önemli bir aşamadır. Ayrıca COP 26’da “Kömür kullanımı” Kyoto Protokolü’nün ilan edilmesinden bu yana ilk kez, iklim krizinin nedeni olarak kayıtlara geçti ve COP sonuç bildirgesinde yer aldı. Bu gelişme olumlu olarak değerlendirilirken, taslak metinlerde “kömür kullanımından çıkış” ın bazı ülkelerin baskısıyla “azaltma” olarak yumuşatılması da konferansa dair hayal kırıklığı yaşatan gelişmelerden birisi oldu. 13 Kasım Cumartesi akşamı yayınlanan COP26 kararı, büyük kirletici ülkeleri önümüzdeki 12 ay içerisinde tüm ekonomi çapındaki politikalarının ve planlarının Paris Anlaşması hedefleriyle nasıl uyumlu olduğunu açıklamaya mecbur tutuyor. COP26 da alınan kararların ne kadar başarılı olduğu önümüzdeki yıl boyunca ülkelerin 1.5 hedefine uyumlu adımlar atıp atamayacakları ile belirlenecek.

Paris Anlaşmasına taraf olmak konusunda zaman kaybeden Türkiye’nin ise COP26’da kararlı bir tutum sergilediğini söyleyebiliriz. Türkiye 26. taraflar konferansında ilk hafta alınan 12 karardan (The National Law Review, 2021) sadece dördüne imzacı oldu. Bunlar Ormanlar ve arazi kullanımı üzerine Glasgow liderler deklarasyonu, Atılım ajandası üzerine beyan, Uluslararası havacılık iklim hedefleri koalisyonu deklarasyonu, sıfır emisyonlu araçlar mutabakatıdır. Kömürden temiz enerjiye küresel geçiş deklarasyonuna ve petrol ve gazdan aşamalı çıkışı taahhüt eden petrol ve gazın ötesi ittifakına ve metan gazı salımlarını 2030’a kadar 2020 yılına kıyasla en az %30 azaltımı öngören küresel metan taahhüdüne ise taraf olmamıştır.

Ülkemiz COP26 öncesinde 2053 yılına kadar net sıfır emisyon hedefi belirlemiştir. Bu yol haritasında henüz kömürden çıkışa yönelik bir strateji söz konusu değildir. Türkiye delegasyonu kapanış konuşmasında 2022 başlarında Türkiye 2030 ve 2053 yol haritalarını belirlemek için tüm paydaşların katılımı ile bir iklim şurası oluşturacağını, COP26’daki tüm bu kararların Türkiye’nin ulusal ve uluslararası taahhütleri ile uyum için birincil yönlendirici olacağını söyledi ve Türkiye’nin Anlaşmanın uygulanması konusunda bölgesel lider olmaya ve gelecek kuşaklara müreffeh ve yaşanabilir bir gezegen bırakma konusunda kararlı olduğunu belirtti.

Ancak COP26 sonrasında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığınca 21-25 Şubat tarihleri arasında Konya’da düzenlenen İklim Şurası henüz kararları yayınlanmasa da ne yazık ki beklentileri ve anlaşmanın gerekliliklerini karşılamaktan uzak bir şekilde gerçekleşti. Şura’dan çıkan kararlar Sonuç Bildirgesine dönüştürülerek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından kamuoyuna açıklanacak. Fakat şura kararları Türkiye’nin net sıfır hedefli bir iklim politikası yürütmekten uzak durduğunu gösteriyor.

Her ne kadar alınan bazı kararlar umut verici olsa da enerji bağımsızlığı için önemli olan enerji kaynağının, yenilenebilir enerji olduğu tartışmasızken ne yazık ki Türkiye’nin net sıfır emisyon hedefi doğrultusunda iklim politikalarının altyapısını oluşturacak İklim Şurası’nda, yenilenebilir enerji kapasitesinin artırılmasına, çeşitlendirilmesine yönelik tavsiye kararlar alınırken yenilenebilir enerji kaynakların payına dair bir hedef ortaya konmadı. Emisyon yoğunluğu en yüksek fosil yakıt olan kömürden kademeli çıkışa dair bir ibare bulunmadığı gibi, aksine enerjide ithal kaynaklara bağımlılığımızı artıracak gaz ve nükleer yatırımların artışına dair tavsiye kararları alındı.

Şurada alınan kararlarda ormanların ve nitelikli doğal koruma alanlarının madencilik, turizm, enerji ve yapılaşma gibi faaliyetlere açılmasının engellenmesi ve ağaç kesimlerine son verilmesi yönünde bir madde de bulunmuyor. Şurada alınan kararlar elbette bunlarla sınırlı değil ancak İklim Değişikliği ile mücadele eden ve yarınlara enerji bağımsızlığı olan, biyoçeşitliliği korunmuş ve karbon yutak alanları fazlalaşmış bir Türkiye bırakmaktan çok uzak.

Ülkenin gündemdeki sorunları iklim değişikliğini arka plana itiyor olsa da bu değişimden en çok etkilenecek olan akdeniz havzasında yer alan Türkiye’nin bir an önce bu sorunu farkedip verimli toprakları kurumadan, su sorunlarıyla karşılaşmadan, ormanlarını ve sulak alanlarını tamamen kaybetmeden adım atması gerekmektedir. Aksi halde üzerinde yaşanacak verimli topraklar, enerji bağımsız bir ülke ve bol su kaynağı olmadığında gündem sorunları, göç sorununa dönüşecek ve bu aşamaya gelindiğinde bazı adımları atmak için çok geç kalınmış olacaktır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: