İklim değişikliği ve çevre

RUŞEN KELEŞ

Kentbilim Terimleri adıyla yayımlanan Sözlüğümde (İmge Yayınevi, Ankara, 2021, 3. Bası)küresel ısınma kavramını şöyle tanımlamışım: “İnsanların, evlerde ve işleyim yerlerinde kullandıkları yakıtın niteliğine bağlı olarak yerküreyi çepeçevre kuşatan havakürede (atmosferde) meydana gelen aşırı ısınma”. İklim Değişikliği Uluslararası Programı (International Programme for Climate Change) tarafından iklim değişikliği için verilen tanım da şöyle: “Doğal değişimler ya da insan etkinlikleri sonucunda, zaman içinde ortaya çıkan iklimsel değişiklikler.”(IPCC, Glossary, 2016).Kimi iş insanlarıyla bilim insanlarından oluşan Roma Kulübü’nün, 1970’li yılların başlarında dünya kamuoyuna sundukları Büyümenin Sınırları (Limits to Growth) başlıklı raporda yer alan ve yeryüzünün geleceği açısından gerçekten karamsar olmayı gerektiren raporun 2000’li yılların başlarında yayımlanan yeni baskısına göz atıldığında, dünyanın, 1970’li yılların başlarına oranla çok daha karamsar olmayı gerektiren koşullar içinde olduğu görülmektedir. Ormansızlaşma, verimli tarım topraklarının ve fosil yakıtların tükenmesi, küresel iklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin azalması, kentsel yerleşim yerlerinde her türlü kırılganlık düzeylerinin alabildiğine yükselmesi, başlıca karamsarlık nedenleri arasındadır. Karşı karşıya bulunduğumuz küreselleşme, kapitalist sistemin kendisini yeniden üretme ve ayakta tutabilme çabalarının da etkisiyle, halkın ilgi alanlarını doğal kaynakların hızla tüketilmesi, rant yaratıp paylaştırma yoluyla zenginin daha zengin duruma getirilmesi, uzun erimli bakış açılarının yerini kısa erimli kaygıların alması, piyasa güçlerinin ve yeni teknolojik gelişmelerin de etkisiyle, çevrenin, ekosistemin daha büyük ölçülerde tahrip edilmesi olasılığını artırmaktadır. Bu tahribatın önemli ölçüde kentsel yaşam ortamlarında yaşanacağı çok açıktır.Bu bağlamda küresel ısınma konusuna göz atıldığında neler görüyoruz? Yeryüzünün ortalama sıcaklığı on bin yıl boyunca yalnız 14 santigrat derece olarak kaldığı halde, bu durum, son 30-40 yıldan bu yana değişmeye başlamıştır. Bu değişiklik üzerinde, doğal olanlardan çok daha fazla etkili olan etmenler, insanların yaşam ve tüketim etkinliklerinden kaynaklananlardır. 1906 ve 2005 yılları arasındaki 100 yıllık dönemde, ısınmadaki artış 0.74 santigrat olduğu halde, son yıllardaki ısınmanın, bu 100 yıllık ısınmanın iki katından daha yüksek olduğu hesaplanmış bulunmaktadır. Son birkaç yıl içindeyse, ısınma görülmemiş ölçülerde hız kazanmıştır. Sera gazları, yeryüzünden gelen uzun dalga radyasyonu alıkoymakta olduğundan; yeryüzünün artan oranda ısınmasına katkıda bulunmaktadır. İngiliz iktisatçı Nicolas Stern, bu olayın, dünyanın bugüne değin karşılaştığı en ciddi bunalım olduğuna dikkat çekmekte ve demektedir ki, bu değişmenin dünya ekonomisine maliyeti, iki dünya savaşının ve 1929 dünya ekonomik bunalımının maliyetleri toplamından daha yüksek olacaktır. Bu nedenle de, insanoğlu, bundan böyle, aklını, kalıcı çözümlerin neler olduğu noktasına odaklandırmak zorundadır.Milyarlarca EURO toplam maliyete ek olarak, 200 milyondan çok sayıda insanın çevresel nedenlerle yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalacağı ve yeryüzündeki hayvan türlerinin % 40’ından çoğunun telef olması da tahminler arasındadır. İklim değişikliğinin gayri safi ulusal hasıla (GSMH) üzerindeki olumsuz etkisinin % 5 ile % 20 arasında değişeceği belirtilmektedir.
Kimsenin görmezden gelemeyeceği bir gerçekse, geçmiş yıllardakinin tam tersine, günümüzde, mevsimlerin neredeyse iç içe girmiş durumda olması, terim yerindeyse, kimliklerini yitirmiş bulunmasıdır. Kışları yazlardan, baharları birbirlerinden ayırt etmek neredeyse olanaksız duruma gelmiştir. Bir yazarımızın da çok haklı olarak belirttiği gibi, “Büyük kompozitör Vivaldi bugün yaşıyor olsaydı, Dört Mevsim (Four Seasons) adını taşıyan ünlü yapıtını yaratmakta fena halde zorlanabilirdi.” İklim değişikliğinin ardında yatan başlıca neden atmosferin ısınmasına yol açan türlü gazların salımındaki artışlardır. Bu olgu, kimi gazların belli ölçülerin üstünde atmosfere salınmasının yarattığı ek ısınmadır ki, aynı zamanda sera etkisi olarak da adlandırılıyor. Bu ısınmayı sağlayan gazlar, insan etkinlikleri, sanayi kuruluşlarının çalışmaları ve özellikle fosil yakıtların kullanılması sonucunda atmosfere püskürtülmektedir. Karbon dioksit, metan gazları, hidroflorokarbonlar, kloroflorokarbonlar, küresel ısınmanın başlıca nedenleridir. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin Rio de Janeiro’da kabul edilmesinden sonra, sera gazı salımlarına kesin sınırlar konması gündeme gelmiştir. Sayıları 190’ı geçen devlet Sözleşmeyi onaylamış ve konuyla bağlantılı olan Kyoto Protokolü 2005 yılında yürürlüğe girmiştir. Dünyayı küresel ısınmanın etkilerinden kurtarmayı amaçlayan Sözleşme ve Protokol karşısında devletlerin aldıkları tavırlar çıkarlarıyla orantılı olarak değişmektedir.

Özellikle Çin Halk Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri yükümlülük üstlenmekten ısrarla kaçınmışlardır. Oysa, Rio Bildirgesi’nin 7. İlkesi, “Ortak, fakat farklılaştırılmış sorumluluk” ölçütünü koymakla, bu konuda her ülkenin atmosferi kirlettiği oranda sorumluluk üstlenmesini öngörüyordu.

Bu sorun, ancak, 2015 yılında, Paris’te toplanan Paris İklim Doruğu’nda çözüme kavuşturulabilmiştir. Eğer devletler kendilerini bencillikten kurtarabilir ve Anlaşma, gereği gibi uygulanabilirse, umulur ki, % 80’den çoğu fosil yakıt kullanmakta olan ülkeler, başta kömür olmak üzere, petrol ve doğal gaz kullanmaktan vazgeçerek, temiz ve yenilenebilir enerji kullanımına yöneleceklerdir. Bu çerçevede, dirençli kentsel yaşam ortamları yaratabilmek için, ülkemizde de, ulusal enerji politikasının yeniden gözden geçirilmesinde zorunluluk vardır. Ülkemiz 2009 yılında Kyoto Protokolü’nü 5836 sayılı yasayla onaylamış olmasına karşın, Paris İklim Değişikliği Sözleşmesine, aradan 6 yıl gibi uzun bir süre geçtikten sonra, ancak 2021 yılında taraf olmuştur. Bu arada, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın adına İklim Değişikliği de eklenerek, Bakanlığın adı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olmuştur. Kanımca, Bakanlığın adının zamana ayak uydurmak izlenimi vermek amacıyla uzatılması fazla bir şey ifade etmez. Asıl yapılması gereken, üstlenilen hukuksal sorumlulukların, kentleşme, imar, planlama, ulaşım ve enerji gibi temel politika alanlarına yansıtılabilmesi için gerekli adımların bir an önce atılmasıdır. Aksi takdirde, salt bakanlık adı değiştirmenin inandırıcılığı kalmaz. Kaldı ki, iklim değişikliği öğesinin, Bakanlığın adındaki “Çevre” kavramı içinde zaten var olduğu da rahatlıkla söylenebilir.

Kaldı ki, AB adayı bir ülke olarak, Türkiye, hem 2009 tarihli Lisbon Antlaşmasının Temel Haklar Bölümünün 37. Maddesiyle, hem de AB Çevre Politikasının Genel Çerçevesi başlığını taşıyan belgenin 191. Maddesinde yer alan genel hedefler arasındaki, “İklim değişikliği ile mücadele edilebilmesi için gerekli önlemlerin alınması” kuralıyla da hukuken bağlı durumdadır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: