
Devletlere ekonomik kalkınma süreçlerinde oldukça pasif bir rol biçen neoliberal yaklaşım, 2008 küresel ekonomik krizi ile birlikte daha yaygın ve ciddi olarak sorgulanmaya başlanmıştır. Büyüme rakamlarındaki düşüşler, büyümeyle yeterli istihdamın yaratılamaması, enflasyon, sürdürülemez borçlanma ve ülkeler arasında ve ülkelerin içerisinde gelir dağılımının bozulması başlıca sorunlar olarak ortaya çıkmaktadır. Ekonomik sorunların yanı sıra ve onlarla da ilişkili olarak, aşırı milliyetçiliğin, popülizmin ve otoriter eğilimlerin son yıllardaki küresel yükselişinin büyük ölçüde 1980’li yılların neoliberal dönüşümü ile ilgili olduğu vurgulanmaktadır. Neoklasik iktisat öğretileri çerçevesinde her koşul ve şart altında neoliberal politikaları salık veren uluslararası kuruluşların, kalkınmanın bağlam-bağlı doğasını ve geç kalkınmacılığın en önemli aktörlerinden birisi olan devleti görmezden geldiği haklı olarak belirtilmektedir.
Neoliberal küreselleşmenin de diğer faktörler ile birlikte sebebiyet verdiği günümüz sosyo-ekonomik sorunlarının çözümü için ne tür bir devlet ekonomik kalkınma sürecini yönlendirmelidir? Devlet bir şekilde piyasaya ve ekonominin geneline müdahalelerde bulunacaktır. Fakat ideal bir devlet-piyasa-toplum ilişkisi nasıl kurulmalıdır? Devlet-odaklı kalkınmacılık hangi doğrultuda şekillenmelidir? Güncel tartışmalardan hareketle şu hususların ön plana çıktığını söyleyebiliriz: (a) Liyakat usulü işleyen, eşgüdüm içerisinde çalışan ve gündelik siyasi tartışmaların gölgesinde kalmadan uzun vadeli politikalar oluşturabilen profesyonel bir bürokrasinin varlığı, (b) toplumun ekonomik kalkınmanın bir paydaşı haline gelmesi ve demokrasinin içselleştirilmesi ve (c) büyümenin sürdürülebilir olması ve çevrenin korunması esastır. Ancak bu özelliklere haiz ve bu hassasiyetleri dikkate alan bir devlet yirmi birinci yüzyılda ekonomik kalkınmayı başarılı bir şekilde yönlendirebilecektir.
Liyakat usulü işleyen profesyonel bir bürokrasi
Eğer amaç yalnızca ekonomik büyümeyi değil aynı zamanda kapsayıcı, eşitlikçi ve adaletli bir kalkınma sürecini gerçekleştirmek ise, o halde öncelikle olarak tartışılması gereken hususlardan bir tanesi liyakat usulü işleyen profesyonel bir bürokrasinin varlığıdır. Uygulanacak ekonomi politikaları önemli olmakla birlikte, bu politikaların hangi süreçlerden geçerek üretildikleri ve uygulandıkları da elzemdir.
Ekonomik kalkınma uzun ve zorlu bir süreçtir. Neoliberal önermenin aksine, kalkınmayı tüm ülkeler için aynı şekilde mümkün kılabilecek tek tip bir model veya politika sepeti yoktur. Geç kalkınmacılığın en önemli unsurlarından bir tanesi politika-yapım süreçlerinde deneme-yanılma yöntemi ve öğrenmedir. Ülkelerin kendilerine has özelliklerine, iç dinamiklerine ve karşı karşıya oldukları uluslararası konjonktüre göre uygulanabilir olan ve uygulanması gereken politikalar farklılık gösterecektir. Dolayısıyla ancak ve ancak işinin uzmanı ve profesyonel bir bürokrasinin varlığında doğru olduğu öngörülen politikalar uygulamaya konulabilir ve sahadan gelen geri bildirimlere göre revize edilerek etkin hale getirilebilir. Liyakat esastır.
Gelişmekte olan ülkelerde görülen en temel sorunlardan bir tanesi hem devletin ekonomideki diğer aktörlerden hem de bürokrasinin siyasilerden özerk olmamasıdır. Bir diğer ifade ile hem devlet kendi ulusal kalkınma stratejilerini farklı çıkar gruplarının güdümünde kalmadan oluşturabiliyor olmalı hem de bürokratik özerklik belirli bir çerçeve ile sağlanıyor olmalıdır. Özellikle ikinci husus göz önüne alındığında, “yırtıcı devlet”lerde görüldüğünün aksine, bürokrasinin işleyişi siyasilerin kişisel çıkarları doğrultusunda, toplumun aleyhinde ve kısa dönemli kaygılar ile şekillenmemelidir.
Bürokratik özerkliğin sağlanması için ise kurumların gerçek anlamda kurumsallaşabilmesi ve kişilerin bakış açılarına ve duruşlarına göre çehresini değiştirmemesi gerekmektedir. Kurumsallaşma ve saygınlık ise yine liyakat ile mümkündür. Devlet kurumlarında işe alım süreçlerinde ve kurum içi yükselme dinamiklerinde performans ve yetkinlik belirleyici unsur olmalıdır. Eğer siyasi veya diğer ilişkiler liyakatin önüne geçerse, o halde etkin politikalar oluşturulamayacak ve uygulanamayacaktır.
Liyakat ile birlikte elde edilecek en büyük kazanımlardan bir tanesi kanıta-dayalı politika-yapım süreçleridir. Devlet-odaklı kalkınmanın başarılı olabilmesi için kamu kaynaklarının etkin kullanımı şarttır. İlgili destek programları, teşvikler ve politikalar uygulanmadan önce, uygulanıyorken ve uygulandıktan sonra bilimsel yöntemlerle ve sistemli olarak etki analizlerinin gerçekleştiriliyor olması gerekmektedir. Neden A sektörü yerine B sektörü desteklenmektedir? Kısa, orta ve uzun vadeli öngörüler nelerdir? Riskler nelerdir? Riskler karşısında atılması planlanan adımlar nelerdir? Destek programları veya teşvikler neden istenilen düzeyde başarı getirmemektedir? Sorunların üstesinden nasıl gelinebilir? Bu ve benzeri soruların gerçek anlamda ve çözüm odaklı bir şekilde yanıtlanabilmesi için liyakat prensibi ile oluşturulmuş ve çalışan bir bürokrasiye ihtiyaç vardır. Böylece işleyen bir bürokraside etki analizlerinin ana amacı öğrenmek olacaktır.
Bürokratik koordinasyon da son derece önemlidir. Ekonomik kalkınma doğası gereği çok boyutlu bir olgudur. Eğitimden sağlığa, teknoloji politikalarından dış politikaya kadar birçok alan ekonomik kalkınma ile doğrudan ilişkilidir. Örneğin, günümüzde teknoloji ve yenilik politikalarının etkinliği için eğitim sisteminin ve politikalarının da etkin olması gerekmektedir. Ya da ekonomik kalkınmayı önceliklendirmiş devletlerde dış politika da belirlenen hedeflere ulaşmada bir enstrüman olarak kullanılmaktadır. İlk etapta farklı ve birbirinden bağımsız olarak düşünülebilecek politika alanları aslında birbirleri ile ilişkilidir ve bunların farklı etkileşimleri ekonomik kalkınmayı farklı şekillerde etkilemektedir. Geç kalkınmacılıkta kaynakların görece kısıtlı olduğu ve verimli kullanılması gerektiği de hesaba katılırsa, devlet kurumları arasında eşgüdümün sağlanması esastır. Eğer bir ülkede dış işleri ile ilgili bakanlık ve sanayi ve teknoloji ile ilgili bakanlık birbiri ile konuşmuyor ise, o halde dış politika kalkınmacı olamayacaktır. Mevcut küresel sistemde kalkınmacı dış politika yürütemeyen ülkeler ise istedikleri başarıları elde edemeyecektir.
Demokrasinin içselleştirilmesi
Yirmi birinci yüzyıl kalkınmacılığını bir önceki yüzyıldan ayıran en temel unsurlardan bir tanesi demokrasidir. Günümüzde kalkınma süreçlerinin demokratik yöntemler ile gerçekleştirilmesi gerektiği hususunda ortak bir kanı ve toplumsal talep vardır. Birçok yazarın belirttiği üzere demokratik olmayan rejimlerde en azından kısa vadede ekonomik başarı elde edilebilir. Fakat günümüzde ekonomik performansa dayalı meşruiyet kabul edilebilir değildir. Ekonomik olmayan göstergeler birçok durumda ekonomik göstergelerden daha önemlidir. Dolayısıyla demokrasi her şeyden bağımsız ve normatif olarak önemlidir ve savunulmalıdır.
Devlet-odaklı kalkınmacılığın günümüzde başarılı olarak nitelendirilebilmesi için katılımcılık, şeffaflık ve hesap verilebilirlik temel prensiplerden olmalıdır. Katılımcılık yirminci yüzyılda olduğu gibi yalnızca devlet ve özel sektör arasındaki ilişki kapsamında anlam kazanmamalıdır. Yirminci yüzyıl koşullarında amaç sanayileşme olduğu ve büyük sermayedarlar bu çerçevede öne çıktığı için devletlerin büyük şirketler ile ilişki kurmaları yeterli görülmekteydi. Fakat günümüzün “bilgi ekonomisi” ile birlikte sanayileşmenin yerini yazılım, vb. sektörlerin alması devletlerin farklı kapasiteler geliştirmesini de gerekli kılmaktadır. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere beşeri sermayenin geliştirilmesine yönelik adımlar atılmalıdır. Sivil toplum ve hatta birey bazında katılımcılık teşvik edilmeli ve hayata geçirilmelidir. Esasen bu durum günümüz kalkınmacılığının karşı karşıya olduğu temel imtihandır: Devletler günümüzde çok daha fazla sayıda ve farklı çıkarlara sahip aktörü demokratik süreçleri de işleterek kendi ulusal hedefleri çerçevesinde birleştirebilmelidir. Bu stratejiler de en başta katılımcılık ilkesi ile oluşturulmalıdır.
Kısacası, ekonomik kalkınmanın tanımı, amacı ve araçları demokratik süreçler işletilerek tartışılmalı ve belirlenmelidir. Kalkınma insanlar içindir; bireylerin refah seviyelerini prensip olarak onların öngördüğü şekilde artırmak içindir. Devletler bu yaklaşımdan hareketle piyasa ve toplum ile olan ilişkilerini düzenlemelidir.
Sürdürülebilir büyüme ve çevrenin korunması
Günümüz kalkınmacılığının kesinlikle dikkate alması gereken bir diğer husus ise çevredir. Ekonomik büyümenin doğayı tahrip etmemesi, ekolojik dengeleri olumsuz etkilememesi ve iklim değişikliğini ciddiye alması gerekmektedir. Dünya genelinde birçok kurum, kuruluş ve araştırmacının detaylandırdığı üzere iklim değişikliği artık bir güvenlik meselesidir. İnsanlığın ortak sorunudur. Bir yandan küresel olan bu meselenin küresel düzlemde çözülmesi gerekmektedir. Diğer yandan ise devletlerin bu konuya hassas bir şekilde yaklaşmaları ve kalkınma-çevre arasında artık bir ikilem yaratmamaları gerekmektedir. Yani ne-olursa-olsun-ekonomik-büyüme yaklaşımı terk edilmeli ve konu bu çerçeveye indirgenmemelidir.
Şu soruların cevapları günümüz devletlerinin ne ölçüde kalkınmacı oldukları hususunda bilgilendirici olacaktır: Devlet iklim değişikliğini ve çevresel sorunları ne ölçüde dikkate almaktadır? Ekonomik girişimlerinde bu hususları ne oranda ve nasıl gündeme getirmektedir? Çevre ile ilgili bir sorun yaşandığında, ilgili sivil toplum kuruluşları ve uzmanlar politika-yapım süreçlerine ne oranda katılabilmektedir? Uzman görüşleri ne ölçüde dikkate alınmaktadır? Eğitim alanında çevre ile ilgili konular nasıl ele alınmaktadır? Tüm bu soruların yanıtları yirmi birinci yüzyılda uygulanacak kalkınmacılığın ne ölçüde ideal olduğu konusunda bilgilendirici olacaktır.
Sonuç
Devlet kurumlarında liyakat, eşgüdüm içerisinde politika üreten bir bürokratik yapı, demokrasi ve sürdürülebilir büyüme yirmi birinci yüzyıl kalkınmacılığının anahtar kelimelerindendir. Kanıta-dayalı, bilimsel, sistemli ve öğrenmenin gerçekleştirilebildiği politika-yapım ve uygulama süreçleri ancak bu hususlar dikkate alındığı zaman hayata geçirilebilecektir. Yirmi birinci yüzyıl devlet-odaklı kalkınmacılığının başarılı olarak tasvir edilmesi bu hususlar etrafında şekillenecektir.
Şunu vurgulamakta fayda vardır. 2008 küresel ekonomik krizi, Çin’in yükselişi, ABD-Çin rekabeti ve son olarak KOVİD-19 salgını neoliberalizmin hegemonyasını zayıflatmış ve farklı modellerin uygulanabilmesinin önünü açmıştır. Devletlerin daha aktif olarak ekonomik kalkınmayı desteklemesi ve yönlendirmesi gerektiğini vurgulayan yaklaşımlar daha kuvvetli bir şekilde gündeme gelmektedir. Bu noktada birçok akademik çalışmada “devlet kapasitesi” olarak kavramsallaştırılan olgu elzemdir. Kapasitesi yüksek devletler (yukarıda değinilen hususları dikkate alan ve uygulayan) mevcut uluslararası ekonomik sistemi ve dinamiklerini kendi lehlerine kullanabilecektir. Şöyle bir örnek verilebilir. Çin, Afrika ile olan ekonomik ilişkilerini son on yılda ciddi ölçüde artırmıştır. Fakat bazı Afrika ülkelerinin diğerlerine oranla bu ilişkilerden daha fazla faydalanabildikleri ve ekonomik kalkınmalarını sağlama yönünde araçsallaştırabildikleri görülmektedir. Farkı yaratan devlet kapasitesidir. Kapasitesi yüksek devletler Çin ile ortaya çıkan fırsatları daha iyi değerlendirebilmektedir.
Veyahut günümüz küreselleşme sürecinde pragmatik milliyetçilik olarak da adlandırılan yaklaşımın daha fazla benimsendiği görülmektedir. Bu yaklaşım küreselleşme karşıtı ve küreselleşme yanlısı olarak tasvir edebileceğimiz iki uç noktanın ortasında kalmaktadır. Buna göre küreselleşme (neoliberal politikalar da dahil olmak üzere) ulusal kalkınma hedeflerine ulaşılabilmesi noktasında araçsallaştırılabilir. Küreselleşmeye prensip olarak karşı çıkmak doğru değildir. Teknoloji transferi için yabancı yatırım gerekiyorsa bu teşvik edilmelidir. Bilimsel faaliyetin etkinliği için uluslararası iş birlikleri gerekiyorsa gerekli bağlantılar kurulmalıdır. İhracatın artırılmasına yönelik uluslararası girişimlerde bulunulmalıdır. Fakat küreselleşme aynı zamanda tehdit unsurları da barındırmaktadır. Ekonomik ilişkiler günümüz konjonktüründe bir silah gibi kullanılabilmektedir. Başka bir ülkede cereyan eden krizler tüm ülkelerin ekonomik güvenliğini tehdit edebilmektedir. Dolayısıyla küreselleşme faydalı olduğu ölçüde kabul edilebilirdir.
Türkiye her anlamda potansiyeli yüksek bir ülkedir. Fakat bu potansiyeli arzu ettiği ölçüde hayata geçirememektedir. Orta-gelir tuzağından kurtulamamaktadır. Türkiye’nin yirmi birinci yüzyılda öncelikle vatandaşları tarafından başarılı bulunan bir ekonomik kalkınma sürecini yönlendirebilmesi için liyakat, demokrasi ve sürdürülebilirlik üç önemli unsur olarak ön plana çıkmaktadır.