
Paris İklim Anlaşması küresel ısınmanın 2°C derecenin altında 1,5°C dereceyle sınırlanmasını hedefleyen ve bu şekilde tehlikeli iklim değişikliklerinin önlenmesini amaçlayan, yasal bağlayıcılığa sahip ilk evrensel iklim değişikliği anlaşmasıdır. Anlaşma 2015 yılında COP21 Paris İklim Konferansı’nda toplamda 190’a yakın ülke tarafından benimsendi. 5 Ekim 2016 tarihinde Avrupa Birliği tarafından resmi olarak onaylanan anlaşmanın yürürlüğe girme şartı olan “küresel emisyonların yüzde 55’ini temsil eden en az 55 ülkenin onayı” 4 Kasım 2016’da yerine getirildi.
Anlaşmaya göre hükümetlerin hedefleri; gelecekte yaşanacak küresel ortalama sıcaklık artışının, dünyamızda sanayi gelişiminin öncesinde gerçekleşmiş küresel ortalama sıcaklık artışının en fazla 2 dereceye kadar üstünde gerçekleşmesinin sağlanması ve küresel ısınma risklerini büyük ölçüde azaltacağı bilimsel olarak desteklenen bir artış olan 1,5 °C’de tutulmasıdır. Ayrıca karbon salınımlarının ülkeler için en kısa sürede belirli bir seviyede sınırlanmasını ve yüzyılın ikinci yarısında ise bu salınımların sadece sınırlanması değil azaltılması da hedeflenirken, bu sürecin gelişmekte olan ülkeler için daha uzun sürebileceğini de belirtilmektedir.
Her ne kadar anlaşmayı ilk aşamada benimseyen ve onaylayan ülkeler, anlaşmanın hedeflerine yönelik ulusal iklim eylem planları açıklamış olsalar da bu eylem planları hedeflere ulaşılması konusunda yeterli değildir. Bu nedenle hükümetler şeffaflık ve hesap verme sorumluluğu kapsamında; gelişmiş ülkeler için 2022 sonuna kadar, gelişmekte olan ülkeler için 2024 sonuna kadar belirledikleri kriterlerde raporların sunulmasını ve 5 yılda bir toplanarak ulusal olarak belirlenmiş planlanan katkı beyanlarını (INDC) güncellemeyi ve atılan adımların diğer ülkeler ile paylaşılmasını kabul etmişlerdir. Bu anlaşma ile ülkeler, iklim değişikliği ve etkileriyle başa çıkmalarını ve bu etkilere karşı uyum sağlamaları için toplumların güçlendirilmesini, ayrıca gelişmekte olan ülkelere uluslararası sürekli ve artan bir desteğin verilmesini öngördüler. Bu destekler bilimsel, yapısal ve finansal desteklerdir.
TÜRKİYE’NİN PARİS ANLAŞMASI’NDAKİ YERİ
1992 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Sözleşmesi ile karbon salınımlarını düşürmeyi, iklim krizi ile mücadelede işbirliği yapmayı ve doğal yollarla atmosferde bulunan karbonu hapsedebilen ve dönüştürebilen bitki örtüsü ve ekosistemlerinin koruma altına alınmasını hedefleyen zirvede; “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ve göreceli kabiliyetler” ilkesiyle ülkeler sınıflandırılmıştır. Türkiye’nin 2021 yılına kadar Paris Anlaşması’nı onaylamaması buradaki sınıflandırmayla doğrudan ilişkilidir. Rio’da Ek-1, Ek-2 ve Ek dışı ülkeler olarak belirlenen kategorilerde ekonomik gelişmişlik, tarihsel sorumluluk, teknolojik birikim, kalkınma gibi göstergeler doğrultusunda belirlenen hedeflere ulaşılması öngörülmüştür.
Avrupa Ekonomik ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyesi Türkiye, Ek-1 kapsamında olup da geçiş ekonomisi olmayan ve “özel şartlara” sahip tek ülke olarak sınıflandırılmış ve kendine özgü bir konuma yerleşmiştir. Ancak 2001 yılında bu kez Marakeş’te düzenlenen COP 7 Taraflar Konferansı’nda Türkiye’ye verilen özel statü kaldırılarak, Ek-1 ülkeler sınıfına dahil edilmiş ve iklim krizi konusunda Türkiye’nin finansman, kapasite geliştirme ve teknoloji transferi konusunda sorumlu ülke olması beklenmiştir. Türkiye, COP 16, COP 17, COP 18, COP 20 ve COP 21’de Ek-1 kategorisinden çıkarılmasını ve özel şartlarının dikkate alınmasını istemiştir. 191 ülkenin benimsediği Paris Anlaşması’nda 1992’de belirlenmiş olan ek listelere atıf yapılarak ülkeler sınıflandırılmış olmasına karşın yalnızca Türkiye’nin konumu 1992 yılına göre değiştirilmiş olarak bırakılmıştır.
Türkiye anlaşmadaki sınıfının değişmemesine karşın anlaşmayı 6 yıl sonra 7 Ekim 2021 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan kanun ile onayladı. Burada karşımıza çıkan AKP iktidarının getirdiği partili cumhurbaşkanı sistemi ile, kurumların ve bakanlıkların arasında yaşanan organizasyon kopukluğu içerisinde bir türlü ülkenin ve dünyanın geleceğini etkileyecek bu derece önemli bir anlaşmayı 6 yıl boyunca onaylamamamız ve ülkemizin bilimsel gelişmelerin takibi açısından geride kalarak değişmekte olan küresel teknolojik ve ekonomik düzen içerisinde yerini belirlemekte zorlanmasıdır. İktidar neredeyse açık bir biçimde Yeşil İklim Fonu’ndan yararlanmak istemiş ve EK-1 sınıflandırması nedeni ile bunun mümkün olmadığını bilerek 6 yıl boyunca anlaşmayı onaylamayarak bu ekonomik kaynağa ulaşmaya çalışmış ve başarısız olmuştur.
2015 yılından bu yana dış ilişkilerde ve iç ilişkilerde iktidarın tutumundan kaynaklanan sorunlar göz önünde bulundurulduğunda; ekonomik krizleri yönetmekte zorlanan iktidarın sıcak para ihtiyacını karşılamak için dünya genelinde sürdürülebilir ve yeşil ekosistemi destekleyen projelere fon ve kredi veren çeşitli uluslararası bankalar ve kurumlardan yararlanmak isteyerek bu anlaşmayı geç de olsa onayladığını ve aynı zamanda da AKP iktidarının uluslararası imajını iyileştirmek istediğini söylemek gerekir. Öyle ki son dönemlerde kamu bankalarından kredi bulmakta zorlanan belediyelerin bu uluslararası bankalar ve kurumlar ile işbirliği yaptığını görüyoruz.
AB 11 Aralık 2019 tarihinde Yeşil Mutabakat ile birlik içine sokulacak karbon ayak izli ürünlerden yüksek vergiler almaya karar verdi. Türkiye ihracatının yaklaşık yüzde 40’ını Avrupa Birliği’ne yapmaktadır. Bunun yanı sıra pandemi ve sonrasında ekonomilerin toparlanması ile ortaya çıkan enerji krizi ve Rusya-Ukrayna savaşı da göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin ihracat açısından Avrupa ile ticaretinin sekteye uğrama lüksü yoktur. Dolayısı ile yeşil sürdürülebilir bir ekosisteme geçilmesi bir siyasi seçenek değil zorunluluktur.
AVRUPA YEŞİL MUTABAKATI VE TÜRKİYE
2050 yılında karbon nötr olmayı hedefleyen AB, tüm ekonomi politikasını yeniden biçimlendiriyor. Demir-çelik, otomotiv, çimento ve enerji üretimi gibi pek çok sektörde yeni düzenlemeler ve vergiler öngörüyor. Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) ile karbonu fiyatlandıran Avrupa Birliği, Yeşil Mutabakat ile ETS’nin yeni sektörleri kapsayacak şekilde genişletilmesini de planlıyor. Avrupalı üreticileri, karbonun fiyatlanmadığı veya karbon salım maliyetinin daha düşük olduğu ülkelerden gelecek rekabete karşı korumak için sınırda karbon vergisi mekanizması geliştirmeyi öngörüyor.
Karbon salınımının fiyatlanmadığı ülkelerden AB’ye ithal edilen ürünlerin üretim sürecinde açığa çıkan emisyonlar için ETS piyasasında oluşan fiyat düzeyinde bir ilave bedelin ödenmesi gerekecek. Eğer ithal edilen ülkede emisyonlar fiyatlanıyor ancak oluşan maliyet daha düşükse ithalatçılar aradaki farkı ödeyecek. Türkiye’de sera gazı emisyonlarının izlenmesini sağlayan bir sistem mevcut. Mevzuat 10 yıl önce yürürlüğe girdi. Türkiye, Sınırda Karbon Vergisi Düzenlemesinin ilk uygulama aşaması olan ve mevcut taslak düzenlemeye göre 2023’te başlaması beklenen raporlamaların sağlanması konusunda sorun yaşamayabilir.
İkinci aşama olan salınımların denkleştirilmesi 2026’da başlayacak. Türkiye sektörlerde karbonu fiyatlandırmazsa, ürünlerin ihracatında bu ürünlerin üretiminde açığa çıkan salınım tutarında denkleştirme iznini AB ETS piyasasından satın alınması gerekecek. Bu durumda Türkiye’de sektörlerin dönüşümünde kullanılabilecek kaynak AB’ye verilerek kaybedilecek.
YENİLENEBİLİR ENERJİ AÇISINDAN TÜRKİYE VE AVRUPA
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun (EPDK) Aralık 2021 aylık sektör raporuna göre Türkiye’nin toplam yenilenebilir enerji kaynaklarının kurulu güçteki payı yüzde 31,55’i hidrolik, yüzde 10,63’ü rüzgar, yüzde 7,83’ü güneş yüzde 1,68’i jeotermal ve yüzde 1.65’i biyokütle ile toplamda yüzde 53,34 olarak gözükmektedir.
Ancak hidrolik santrallerden üretilen elektrik açısından bakacak olursak; Türkiye’nin kurulu gücünde en büyük orana sahip olan hidrolik santrallerin üretimde temiz olmayan ve karbon salınımı yüksek olan doğalgaz kaynaklı elektrik üretiminin yarısına ve toplam üretimin yüzde 16,8’ine karşılık geldiğini görmekteyiz. Türkiye elektrik üretiminin yüzde 32,71 oranında bir kısmını doğalgaz kaynaklı olarak sağlamaktadır. Bu bakış açısıyla hidrolik kaynaklı elektrik üretimini göz ardı edersek, Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynakları rüzgar, güneş, jeotermal ve biyokütle olmak üzere kurulu güçte toplam yüzde 21,79 oranında ve üretimde ise toplam yüzde 18,95 oranında paya sahip gözükmektedir.

Avrupa İstatistik Ofisi’nin verilerinde kurulu güç oranlarına bakıldığında, 2020 yılında Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam kurulu güç içindeki payı 18.196 megawatt (Mw) ve yenilenebilir enerjide Avrupa’da önde giden Almanya’nın 125.011 Mw kurulu gücü olduğunu görüyoruz.

BİLİMSEL GERÇEKLER
Endüstrinin gelişmesiyle atmosfere salınan sera gazları birikerek, atmosfere giren güneş ışınlarının yeryüzünden yansıyarak atmosferi terk etmesini engeller. Atmosferde hapsolan güneş ışınları, giriş açılarına ve yansıma açılarına bağlı olarak enerjilerini tamamıyla aktarana kadar yansıma yapabilirler. Bu güneş ışınlarının içerdiği fotonların yeryüzündeki ve havadaki diğer maddeler ile etkileşimi sonucu ortaya çıkan ısının da atmosferde hapsolmasıyla gezegenimizin ortalama sıcaklığı artmaktadır. Gezegenimizin sıcaklığındaki artışın yavaşlatılabilmesi için sadece atmosfere salınan sera gazlarının azaltılması yeterli değildir. Gezegenimiz büyük ölçüde okyanuslarla kaplıdır. Atmosfere salınan sera gazları sadece havada kalmamakta okyanuslardaki suda da çözünmektedir.
Buna ek olarak okyanusların kirletilmesi, petrol ve maden çıkarma işlemleri nedeniyle okyanus sularında çözünmüş karbon miktarı da artmaktadır. Atmosfere salınan sera gazı miktarları azalsa bile gezegenimizin kendini düzelten bir ekosistem olduğunu ve bu ekosistemin birçok değişkenden oluşan bir denge sistemi olduğunu göz önünde bulundurmalıyız.
Atmosferdeki sera gazlarının azalmasıyla okyanuslarda çözünmüş karbon, fiziksel dengelerden dolayı atmosfere geçerek yeni bir denge oluşturacaktır. Gezegenin sıcaklık artışı açısından tehlike oluşturmayacak bir dengeye gelmesi uzun yıllar alabilir. Bu nedenle sera gazlarının salınımının azaltılmasının yanında bütünüyle fosil yakıtlardan vazgeçilmeli, yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapılmalıdır.
Bu çerçevede yeşil ekonomi ile birlikte 2010’lardan itibaren tartışılmaya başlanan yeşil ekonomiyle bütünleşen mavi ekonomi hedefleriyle birlikte ekonomik ve sosyo-kültürel bir değişim gerekliliğinin altını çizebiliriz. Biyoçeşitliliğin sürdürülebilirliğinden, gıda güvenliğine, balıkçılığın sürdürülebilirliğinden turizme, kirlilikle mücadeleye varıncaya kadar bir dizi konu mavi ekonomi alanına girerken, denizlerdeki asit düzeyinin azaltılması, mavi karbon modeli de ele alınan konular arasında yer almaktadır. Enerji alanında da denizlerden ve okyanuslardan temiz enerji üretimi mavi ekonomiye dahil olmaktadır. Bir anlayış olarak bakıldığında ise gezegenimizi tehdit eder hale gelen kapitalizm karşısında yeni bir sosyokültürel ve sosyoekonomik model arayışından da söz etmek mümkündür. Gezegenimizdeki canlı yaşamının karşı karşıya kaldığı yok olma tehlikesine karşı yeşil ekonomi ve mavi ekonomi kavramlarıyla bütünsel bir dönüşümün hedeflenmesi öneme sahiptir. Mavi ekonomi ile yeni iş modelleri ve yeni iş olanakları ele alınırken; ihtiyaçların bulunduğu yerde karşılanması, bir üretim sonucu ortaya çıkan atıkların başka üretimlerin girdisi haline getirilmesi gibi döngüsel bir bütünlük de dikkate alınmaktadır.

TÜRKİYE VE AVRUPA BİRLİĞİ’NİN INDC BEYANLARI ARASINDA KARŞILAŞTIRMA
Türkiye’nin beyanında 2012 yılı için eşdeğer CO2 olarak 440 milyon tonluk bir sera gazı miktarından bahsediliyor ve bu salınımın yüzde 70,2 ile büyük bir kısmı enerji sektöründen, yüzde 14,3’lük bir oranı endüstri, yüzde 8,2’lik bölümü atık sektörü ve yüzde 7,3’ü de tarım sektöründen kaynaklanıyor. Türkiye beyanda bulunduğu INDC’de enerji, endüstri, taşımacılık, inşaat ve ulaşım, tarım, atık ve son olarak da ormancılık sektörleri olmak üzere 7 alt kategoride bir dizi plandan bahsetse de aslında beyanda bulunan tek gerçek eylem 2030 yılında toplam sera gazı emisyonunun artışı üzerinden yüzde 21’lik bir azaltmayı; yani var olan emisyonu azaltmayı değil, hedeflenen artışı daha yüksek seviyeden daha düşük bir seviyeye indirmeyi öngörmektedir.
Avrupa Birliği’nin ilk sunduğu ve beyan ettiği INDC ile Türkiye’nin beyan ettiği INDC karşılaştırıldığında aslında birçok benzerlik varken, 6 yıl boyunca Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylamamasından dolayı bu konuda çalışmalar yapabileceği bu süreyi iyi değerlendirmediğini ve geride kaldığını görüyoruz. İktidarın kendi çıkarları açısından beklemede kaldığı bu sürede AB ülkeleri ikinci ve genişletilmiş beyanlarını hazırlayıp sunmuşlar. Bu karşılaştırmada göze çarpan en önemli fark ise iktidarın iklim konusunu gerçekten önemsemediği ve sadece siyasi çıkarlar ve kendi kötü yönetiminden kaynaklı günü kurtarma içgüdüsü ile ve öngörüsüzlükle, yine ülkemizin geleceği ile oyun oynamasıdır.
İktidar zaten daha önceden başlattıkları; Akkuyu Nükleer Güç Santrali, yeni hidroelektrik santralleri ve yenilenebilir güneş, rüzgar enerjisi gibi projeler üzerinden bir azaltma göstererek, ülkemizin geleceği ve doğasını doğrudan ilgilendiren ve ekonomi, sürdürülebilirlik, kalkınma gibi alanlarda pek çok etkisi olan iklim değişikliği konusunu savsaklamaktadır.

GELECEĞE BAKIŞ
Avrupa sadece Yeşil Mutabakat ile yetinmeyip, doğu ülkelerinde var olan ucuz iş gücünü de göz önünde bulundurarak, pandemi sonrası enerji ve iklim krizinin aşılabilmesi ve hedeflere ulaşılabilmesi için; sadece Yeşil Dönüşüm’ün yeterli olmayacağını ve Dijital Dönüşüm ile birleşerek, “İkiz Dönüşüm” kavramının benimsenmesi ve uygulanması gerektiğini öngördü. Bu kavramlar incelendiğinde öne çıkan gerçek ikiz dönüşümün gerçekleştirilebilmesi; pek çok alanda yeşil ve dijital yatırımlara ve bu dönüşüm sonucunda işini kaybedenlerin dijital ve yeşil açıdan eğitilerek kazanılmasına bağlı olacaktır. İşte bu nedenle ikiz dönüşüm uzun soluklu bir süreç içerisinde; ileri görüşlülük ve finans gerektireceği ortadadır.
Dünyada son dönemlerde ortaya çıkan pandemi, enerji krizi ve Rusya-Ukrayna savaşı gibi önemli süreçlerde toplumlar, yaşanılan sıkıntılara çözüm ararken belki de; etkisi uzun zamanda hissedilen ve günlük hayatta çok göze çarpmayan ancak gelecekte hızlı bir şekilde eşik noktasına ulaştıktan sonra insan hayatı için kritik sonuçları olacak “Küresel Isınma” ve “İklim Değişikliği” üzerine alınması gereken önlemleri ne yazık ki göz ardı edecek. Eğer iktidarlar toplumları doğru bilgilendirmez ve bu konularda daha iyi önlemler alınabilmesi için alan yaratmazlarsa bu anlaşmada belirlenen hedeflere ulaşma konusunda tüm gezegen sorun yaşayabilir.
KILIÇDAROĞLU’NDAN TARIMA CAN SUYU: GES PROJESİ
Yeşil ekonomiyle uyumlu bir gelecek kurabilmemiz için yenilenebilir enerji kaynaklarımızdan daha fazla yararlanarak enerjide hem ithalat hem de fosil yakıtlara olan bağımlılığımızı azaltmamız gerekmektedir. Pandemi, ekonomik kriz, savaş koşulları ve göçler gıda güvenliğini birinci sorun olarak dünya gündemine sokmuştur. Enerji ve gıda krizinin ortak paydasını ise tarımsal sulama oluşturmaktadır. Artan maliyetler karşısında büyük bir açmaz yaşayan çiftçilerimiz AKP iktidarının uygulamalarıyla yalnızlaştırılmıştır. Elektrik dağıtım bölgelerini özelleştirmeyle alan şirketler, tarımsal sulama borçları gerekçesiyle çiftçilere verilen doğrudan destekleme tutarlarına el koymuşlardır.
Cumhuriyet Halk Partisi olarak bizler, AKP iktidarının tersine hem enerjide hem tarımda yerli üretimin gerekliliğinin farkındayız. Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, İkinci Yüzyıl hedefleri doğrultusunda çiftçilerin tarımsal sulama ihtiyaçlarını ücretsiz karşılamak üzere Güneş Enerji Santrali (GES) Projesi’ni ortaya koymuştur. Belediyelerimiz ve çiftçilerimizle birlikte oluşturulacak “enerji kooperatifleri” aracılığıyla 100 bin dönümlük bir arazi üzerine kurulacak 5 bin megavatlık GES ile ilk aşamada Diyarbakır, Şanlıurfa, Batman, Mardin, Siirt ve Şırnak illerimiz olmak üzere ülkemizdeki çiftçilerimize tarımsal sulama suyu elektriği ücretsiz sağlanacaktır.
Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu bu projesini ilk kez gündeme getirdiği zaman “Bu olmaz”, “Belediyelerin yetkisi yok, yetki bakanlıkta”, “Sen kendi belediyelerinde elektriği bedava ver” diyen iktidar, daha sonra tarımsal sulama için güneş santrallerini destekleme kararı alırken, CHP’nin güneş enerji santrali projesini de sahiplenmeye kalktı. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun ileri görüşlülüğü ve öngörüsü böylece bir kez daha kanıtlanmıştır.

GES projelerinin küçük küçük dağıtılması yerine büyük ölçekli şekilde kamu eliyle gerçekleştirilmesi; maliyeti azaltıcı, faydayı artırıcı bir etki sağlayacaktır.
AKP iktidarı döneminde yapılan özelleştirmeler ve kamu yatırımı yapılmaması sonucunda elektrik hizmeti giderek pahalanmış, haksız zamlar yapılmıştır. Yukarıdaki grafikte görüleceği gibi 2008 yılında kamunun kurulu güçteki payı yüzde 50’yi bulurken, 2022’de bu oran yüzde 13’e kadar gerilemiş; buna karşılık aynı dönemde mesken kullanıcılarının faturalarına yansıtılan elektrik bedeli yüzde 560 artmıştır.
GES’lerin kurulum maliyetleri açısından inceleyecek olursak, 5 bin MW’lık GES için 3 milyar dolar yatırım yapılacaktır. Bu tutar, alım garantileri kapsamında 15 yılda en az 32 milyar dolar ödenecek Akkuyu NGS’nin maliyetinin yaklaşık 10’da 1’ine karşılık gelmektedir. Üstelik güneş santralinin yakıt ve atık maliyeti de söz konusu değildir. Ayrıca tarımsal sulamaya yaz aylarında ihtiyaç duyulduğu dikkate alındığında güneş santrallerinin en uygun tercih olduğu da açıktır.
Türkiye’de 6 bin 667 MW’lık güneş enerji santrali kurulu gücü ile 2020 yılında 11.3 milyar kilovat saat elektrik üretildiğinden hareket edildiğinde, kurulacak 5 bin MW’lık GES yıllık ortalama 8.5 milyar kilovat saat elektrik üretecektir. Türkiye’de tarımsal sulama abonelerinin 2020 yılındaki toplam tüketimleri ise 10.8 milyar kilovat saat olup, Sayın Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’nun ortaya koyduğu GES projesi tarımsal sulamanın ihtiyaç duyduğu elektriğin ilk aşamada yaklaşık yüzde 80’ini karşılayacaktır. GES hem yerli hem yenilenebilir bir enerji kaynağı iken kurulacak nükleer santral Türkiye’nin değil, Rusya’nın olup; yakıtı da dışa bağımlı, atık sorunu çözülememiş bir teknolojidir ki bu teknolojinin Türkiye’ye aktarımı da söz konusu değildir. Dışarıya yüzde 99 bağımlı olduğumuz doğalgaz ithalatının yüzde 35’ini gerçekleştirdiğimiz Rusya’ya AKP iktidarı bedava 2 milyon metrekarelik yer sağlayarak “yap-işlet-sahip ol” yöntemiyle ülkemizde Rusya’nın nükleer santral sahibi olmasını sağlamaktadır.
SONUÇ
İklim değişikliği sorunu, gelişmiş ve gelişmekte olan bütün toplumların belki de en önemli gündemi olmalıdır. İktidarlar bu konuda gerekli adımları atmazlarsa, siyasi tartışmaların, pandemi sürecinin, Rusya-Ukrayna savaşının, enerji krizinin gölgesinde geçen bu dönem sonrası; gezegen üzerinde yaşayan bizlerin yaşamları büyük olasılıkla olumsuz yönde kalıcı olarak değişecektir. Eğer hedeflenen küresel ısınma seviyesine ulaşılamaz ve beklenenden fazla bir sıcaklık artışı 2030-2050 arasında gerçekleşirse, geçtiğimiz dönemde yaşadığımız orman yangınları, seller, kuraklık, karasal bölgelerimiz için dondurucu soğuklar, karada oluşan hortumlar gibi meydana geldiği bölgedeki canlıları ve coğrafi yapıyı bütünüyle değiştirecek felaketlerin yıllık olarak yaşanması, gezegenimiz ve ülkemiz açısından bir norma dönüşecektir.
Bu felaketler sadece meydana geldikleri bölgeleri etkilemek ile kalmayıp aynı zamanda, dünyayı eşit hücrelere böldüğümüz varsayılarak, komşu her bir hücrenin de etkilenmesi ile sonuçlanacaktır. Normal yaşam alanlarında barınamayan insanlar da dahil tüm hayvanlar, bitkiler ve canlılar başka bölgelere göç ederek dengelerin bozulmasına ve kaynakların yetersizliğine ve uzun zamanda da tükenmesine neden olarak, bu bölgeleri yaşanmaz hale getirebilirler. Bu durumda yapılması gereken hangi ülkenin ne kadar nüfusu olduğuna bakılmaksızın, bugüne kadar tarihsel olarak gezegeni karbon atıkları açısından ne kadar kirlettiğine bakılmaksızın bir araya gelerek; hızlıca çözüme gidecek politikaların hayata geçirilmesidir.
Ülkelerin ne yapması gerektiği kendi koşullarına ve çıkarlarına bağlıdır ve gelişmekte olan Türkiye gibi ülkelere yardım edilmesi ve iklim değişikliği konusunda desteklenmesi doğrudur. Bu ancak ve ancak kendi siyasi çıkarlarını değil, ülkesini düşünen, liyakatli, ciddiyet sahibi ve bilime açık kadrolar ile başarılabilir. İktidar bugüne kadar bütün bu konularda başarısız olduğu gibi yetkin ve ciddi olmadığını bu anlaşmayı 6 yıl onaylamayarak göstermiştir. Buna ek olarak iktidar belki de bu anlaşmayı bir fırsat olarak kullanıp ekonomik ve siyasi kaynak olarak görmektedir.
Ülkemizin geleceğinin garanti altına alınması için ilk başta hukukun üstünlüğü olmak üzere, enerji alanında kamulaşma, bilimsel gerçeklere riyakat ve liyakatin sağlanması en acil gerekliliklerdir. Bu nedenle bir an önce iktidar yerini yetkin kadrolara bırakmalıdır.
Doğanın en önemli gerçeği; doğa her zaman bir yolunu bularak yaşama elverişli bir denge oluşturur, ancak o dengenin içinde hangi canlı türünün olacağını önemsemez. Bu gerçeği ise ancak kendi çıkarlarını düşünen bir iktidar değil, gelecek nesilleri düşünen bir iktidar görebilir.
İşte bu nedenlerle; 37. Kurultayımız olan İktidar Kurultayında açıkladığımız “İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi”nin 10’uncu maddesinde geçtiği gibi, gelecek nesiller için “Ekosistem Hakkı” sürdürülebilir yaşam anlayışı ışığında CHP iktidarında Anayasal güvence altına alınacaktır.