
1992 tarihli Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi gezegenin karşı karşıya olduğu en ciddi çevresel tehditlerden birisi olan iklim değişikliğini “ Karşılaştırılabilir zaman dilimlerinde gözlenen doğal iklim değişikliğine ek olarak, doğrudan veya dolaylı olarak küresel atmosferin bileşimini bozan insan faaliyetleri sonucunda iklimde oluşan bir değişiklik” olarak tanımlamaktadır. Bu değişiklik Sanayi Devriminden bu yana ivmelenerek artmış ve içinde yaşadığımız antroposen çağının (insan çağı) en yıkıcı sonuçlarından birisi olmuştur.
Bu soruna neden olan en büyük etmen neoliberal büyüme politikalarının doğayı ve doğal kaynakları metalaştıran, piyasalaştıran sorumsuz büyüme politikalarıdır. Bu politikaların temel üretim ve tüketim biçimleri sonucu atmosfere salınan sera gazları günümüzde iklim değişikliğini bir kriz biçimine dönüştürmüştür. Yapılan bilimsel araştırmalar ve IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) raporları sera gazı salımları içinde kömür, petrol doğal gaz ve metanın bu krizin temel nedenleri olduğunu kanıtlamaktadır.
Uluslararası düzeyde bu soruna çözüm arama çabaları1980’li yıllardan bu yana sürmektedir. Bu çerçevede Birleşmiş Milletlerin eşgüdümünde oluşturulan Küresel İklim Rejiminin temel hukuki dayanakları; 1992 BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, 1997 Kyoto Protokolü ve bu Protokolün yerini alan 2015 Paris Anlaşmasıdır. Küresel İklim Rejiminin en önemli kurumsal organı olan Akit Tarafların Toplantılarında (COP) kabul edilen mutabakat metinleri ve kararları da hukuki düzenlemelerin parçası olarak saymak gerekir. Türkiye’nin her üçüne de taraf olduğu bu hukuki düzenlemelerden adını en çok duyduğumuz 2015 Paris Anlaşması, ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluk ve göreceli kabiliyetler ilkesi çerçevesinde tüm ülkelerin sera gazı indirimi konusundaki katkılarına dayanan bir sistem öngörmektedir. Bu haliyle Küresel İklim Rejiminin temel dayanağı olan hakkaniyet/adalet politikasının hayata geçirilebilmesi hedeflenmiştir. Paris Anlaşmasının temel hedefi, küresel ortalama sıcaklık artışının sanayileşme öncesi döneme göre 2°C /mümkünse 1,5°C’nin altında tutulması olarak belirlenmiştir. Bu doğrultuda akit taraflar Ulusal Düzeyde Belirlenmiş Olan Katkılarını açıklamakla yükümlüdür. Sera gazı salımlarının en yoğun olduğu sektörler enerji, sanayi faaliyetleri ver ürün kullanımı, tarım ve atık yönetimidir.

Küresel iklim krizine neden olma sorumluluğu bakımından tarihsel olarak gelişmiş ülkeler ilk sırayı alırken, günümüzde bu durum gelişmekte olan ülkeleri de içerecek biçimde genişlemiştir. En çok salım yapan 20 ülkeyi listeleyen Küresel Karbon Bütçesi 2019 Raporu’na göre Küresel İklim Rejiminde gelişmiş ülke sayılan Türkiye ise en çok salım yapan 15. ülke durumundadır.
Küresel İklim Rejimi sorumluluk paylaşımını salım oranlarını dikkate alarak devletler düzeyinde farklılaştırmaktadır. Ancak kuşkusuz en çok salım yapan devletlerin içinde de bu sorumluluk farklı düzeylerde gerçekleşmektedir. Bu farklılıklar incelendiğinde sera gazı salımında sınıfsal olduğu gibi, toplumsal cinsiyet ile şimdiki kuşaklar ve gelecek kuşaklar arasında büyük bir uçurum olduğu görülmektedir.
Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Yüksek Komiserliğinin İklim ve Aşırı Yoksulluk Özel Raportörünün 2019 tarihli iklim değişikliği ile yoksulluk ve insan hakları arasındaki ilişkiyi ele alan raporu, en zengin %1’lik kesimde yer alan bir kişinin, en yoksul %10’da yer alan bir kişiden 175 kat daha fazla karbon salımına sebep olduğunu ortaya koymaktadır. Yoksul sınıflar, kadınlar, çocuklar, henüz doğmamış olan gelecek kuşaklar nedeni olmadıkları bu krizin en önemli mağdurları durumundadır. İklim krizi nedeniyle görülen aşırı hava olayları sonucu yer değiştirmek zorunda kalanların %80’i kadın ve çocuklardır.
İklim krizi, aşırı hava olaylarının artmasıyla bir yandan gezegenin temel yaşam destek sistemlerini tahrip ederek, kırılgan grupların başta yaşam hakkı olmak üzere gıda, su, sağlık, barınma, çevre hakkı gibi temel haklarını yok ederken, bir yandan da mevcut ekonomik ve toplumsal adaletsizliği ciddi biçimde arttırmaktadır. İnsan türünün neden olduğu bu krizin yok ettiği insan dışındaki diğer canlı türler ile cansız çevresel değerlerin, kültürel ve tarihi çevre varlıklarının, iklim adaleti bağlamında henüz yeterince dikkate alındığını söylemek ise ne yazık ki pek mümkün değildir.