
Yeryüzü tahribatı ve çevre kirliliği söz konusu olduğunda politik ana akımda iki kuvvetli eğilim dikkat çekiyor. Birincisi, bu tahribatı durdurmak yönünde atılacak adımları ancak ekonomik bir çıkar varsa yerine getirme ve ekonomik fırsata dönüştürme gayreti. İkincisi ise, doğal güzelliklerin, insanın ve gelecek kuşakların sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının hamasetle savunulması. Küresel olduğu kadar ulusal planda da kuvvetli izlerine rastladığımız bu iki eğilimin aynı politik gerçekliğin iki yüzü olduğunu, sonuçları itibariyle medeniyetin en temel beka sorunu olan ekolojik sürdürülebilirlik meselesine karşı kayıtsız kaldığını iddia edebiliriz. Bugünkü ekonomik getirileri üst düzeyde tutma ama bunu yaparken çevreyi de koruma arzusunun barındırdığı çelişkiye derinlikli yaklaştığımızda bunun kapitalist ekonomi politiğin kadim meselelerinden biri olduğunu, kırk yıldır egemen olan neo-liberal kalkınma modelleriyle şiddetlendiğini söyleyebiliriz. İki güncel örnek olarak Avrupa Yeşil Mutabakat’ı etrafındaki gelişmelere ve Şubat ayında düzenlenen Ulusal İklim Şurası’yla eşzamanlı yaşananlara kısaca değinmek kafa açıcı olacaktır. Avrupa Yeşil Mutabakat’ı esas itibariyle Paris anlaşmasının hedefleri doğrultusunda küresel iklim krizine karşı sunulan bir program. AB ülkelerine 2050 itibariyle karbon nötr olmaları, bunu gerçekleştirirken toplumsal adaleti gözetmeleri, ayrıca entegre oldukları dünyayı da buna teşvik etmeleri yönünde bir çağrı. Bu iddia zorunlu olarak enerji üretimi ve verimliliğinde, imalat, tarım, taşımacılık sektörü ve tedarik zincirlerinin örgütlenişinde devrimsel bir dönüşümü gerektiriyor.
“Döngüsel ekonomi”, “akıllı altyapılar”, “doğa temelli çözümler”, “tarladan sofraya gıda stratejisi” anahtar kavramlar olarak ön plana çıkıyor. “Yeşil finansman”, “fiyatlandırma”, “araştırma-geliştirme” ve “eğitim” ise bu dönüşümün kaldıraçları olarak görülüyor. Fakat pek çok analiz Yeşil Mutabakat etrafında hedeflenenle gerçekleşmekte olan arasındaki mesafeye işaret ediyor. European Court of Auditors tarafından yayınlanan Eylül 2021 tarihli bir araştırma AB’nin ihtiyaç duyulan yeşil finansmanı yönlendirmekte yetersiz kaldığını ortaya koyuyor. Climate Analytics, AB’nin mevcut kömür santrallerini olağan ömürlerinden daha kısa bir sürede tasfiye etmemesi halinde 2050 Paris hedeflerinin yüzde 85 üzerinde kalacağını hesaplıyor. Avrupa Komisyonu’nun Şubat ayında doğal gaz ve nükleeri “sürdürülebilir geçiş kaynakları” olarak etiketlemek üzere Avrupa Parlamentosu’na sunduğu teklif, mutabakatın altını oyan bir “yeşil badanalama” girişimi olmakla eleştiriliyor.
Türkiye Kasım ayındaki COP 26 öncesinde Paris Anlaşması’nı mecliste onadı ve 2053 için karbon nötr olma hedefi ilan etti. Bu adımın arkasındaki itici gücün Fransa kaynaklı birkaç milyarlık bir yeşil yatırım fonuna ulaşmak arzusu olduğu bir sır değil. Ayrıca Paris daha başka yeşil finansman olanaklarına ulaşmak ve küresel ticarette beklenen sınır karbon vergilerinden muaf olmak için de bir anahtar. Şubat ayında düzenlenen Ulusal İklim Şurası, hiçbir planlama olmadan ansızın ilan edilen, muhtemelen İstanbul’un fethiyle ilişkili retoriğe de hizmet eden 2053 hedefine dönük rotayı tayin etmeyi amaçlıyordu. Şura Başkanı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum kapanış konuşmasında “insanlığı daha adil bir dünyaya ve iklim değişikliği seferberliğine” çağırırken, “çocuklara bırakacağımız en büyük miras, çocukların savaş uçaklarına değil, uçurtmalara baktığı tertemiz bir gökyüzüdür” dedi. Bir hafta sonra Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından maden yönetmeliğinde yapılan bir değişiklikle “ülkenin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetlerinin tapuda zeytinlik olarak kayıtlı olan alanlara denk gelmesi halinde … sahada madencilik faaliyeti yürütülebileceği” Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Politik ana akımın ilan ettiği hedeflerle yürüttüğü perhiz arasındaki tutarsızlık; ayrıca doğaya karşı kayıtsızlığını “gelecek kuşaklar”, “yemyeşil ormanlar” ve benzeri hamaset sözleriyle örtme gayreti toplum tarafından güvensizlik ve öfkeyle karşılanıyor. Sınıf mücadelelerini andıran ekoloji mücadelelerine, Gelecek için Cuma hareketinin gösterdiği şekilde kuşaklararası ihtilafa neden oluyor. Tespit etmek gerekir ki çevresel, toplumsal, ekonomik çoklu ve dirençli bir medeniyet krizinin içindeyiz. IPCC Altıncı Değerlendirme Raporu (2022) iklim kaynaklı hem gözlenen hem de beklenen tehlikelerin arttığını, bu tehlikelerin birbirini besleyerek tüm yeryüzüne yayıldığını ortaya koyuyor. Aşırı iklim olayları gıda ve su güvenliğini, insan sağlığını tehdit ediyor; özellikle iklim etkilerine açık sektörlerde -tarım, ormancılık, balıkçılık, enerji ve turizmde- çok olumsuz ekonomik etkiler üretiyor; kırılgan bölgelerde insani krize yol açıyor. IPBES Küresel Değerlendirme Raporu (2019) bir milyon canlı türünün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylerken, bunun en temel nedeni olarak sırasıyla doğal yaşam ortamlarının tahribatı, iklim değişikliği, kirlilik, aşırı avlanma ve istilacı türlere işaret ediyor. İnsanların rızk ve yaşam alanlarını korumak üzere yürüttükleri ekoloji mücadelelerini haritalandıran Çevre Adaleti Atlası, maden sahaları, atık depolama alanları, orman-tarım-balıkçılık sahaları, enerji yatırımları, su kaynakları, altyapı projeleri, turizm ve rekreasyon alanları, biyolojik koruma alanları ve sanayi kirliliği etrafında binlerce mücadelenin yürüdüğünü gösteriyor. İklim ve biyoçeşitlilik krizi ve topluluk hakları hiçe sayılarak uygulanan kalkınma projelerine karşı yürütülen ekoloji mücadelelerinin Türkiye’deki izdüşümlerini tanımak için Cemil Aksu ve Ramazan Korkut tarafından hazırlanan Ekoloji Almanağı’nı incelemek iyi bir başlangıç olabilir.
Politik ekolojist Joan Martinez-Alier’in “yoksulların çevreciliği” olarak adlandırdığı sınıf mücadelelerine benzer ihtilafları; Gelecek için Cuma hareketinin dışa vurduğu kuşaklararası ihtilafı yatıştıracak, emeğiyle yaşayan büyük insanlığın geleceğe güvenle bakmasını sağlayacak bir toplumsal duruma doğru nasıl adım atılabilir? Yeryüzünde yaşamı ve medeniyeti destekleyen doğal varoluşun sağlığı, sürekliliği nasıl sağlanabilir? Daha tanıdık bir ifadeyle, kuşaklararası adalet olarak sürdürülebilirlik nasıl tesis edilebilir? Mesele elbette politik ve ekonomik olmakla birlikte özünde kolektif olarak neye değer verdiğimiz ve nasıl yaşamak istediğimizle alakalı. Büyük toplumsal kararların iktidar peşinde koşan, bunun için kendi himayelerinde palazlanan sermaye güçleriyle işbirliği yapan, küresel-bölgesel hegemonya mücadelesi yürüten dar iktidar çevreleri tarafından alındığı bir dünyada atılacak adımların kâr hırsından arındırılarak aklı selime kavuşturulması pek mümkün görünmüyor. Demek ki bir önkoşul olarak, önemli toplumsal kararların toplumsal müzakereye açılması için demokrasi talebine, siyasi ve medeni haklar mücadelesine ihtiyaç var. Emeğiyle yaşayan insanların barınma, beslenme, sağlık ve eğitim haklarını güvence altına alacak, onları toplumsal karar süreçlerine ve gelecek tasavvuruna katılmak üzere güçlendirecek ekonomik haklara, ekonomik hak mücadelesine ihtiyaç var. Ayrıca, yeryüzü kaynakları çoğalan insanlık ailesinin büyüyen maddi ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde sonsuz olmadığı için, insanlığı kanaatkarlığa ikna edecek yeni bir değerler mücadelesine de ihtiyaç var.
Aydınlanmadan beri insana kul değil insan olduğu için değer veriyor, siyasi, medeni, ekonomik ve sosyal hak mücadelesini bu değer üzerine yükseltiyoruz. Sınıfçı, ırkçı ve cinsiyetçi pratiklerin en kaba biçimlerini insanlığın eşit, özgür ve dayanışma içinde olması gerektiğini vurgulayan mücadeleler eşliğinde bertaraf ettik. Ne var ki maddi zenginleşme ve tüketim arzumuzun doğal çevreye zarar verdiği durumlarda ise doğanın haklarından değil, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 56. maddesinde ifade edilene benzer bir şekilde “insanın sağlık ve dengeli bir çevrede yaşama hakkından” yola çıktık. Bu hak örneğin girişimcilik gibi ekonomik haklarla veya ekonomik kalkınma ve güvenlik gibi yüksek kamu yararı iddialarıyla karşı karşıya geldiğinde daima ikincileri tercih ettik. Bugünlerde Türkiye siyasetine egemen olan keyfiyeti, yargısına musallat olan bağımlılığı bir tarafa koyalım, daha iyi şartlar altında dahi pratikte doğaya zarar veren faaliyetler hakkındaki kararları fayda-maliyet diline, insan merkezli ekonomik değerler dünyasına hapsettik.
“Ekosistem hakkını” konuşmadan önce, farklı adlandırmalarla “ekosisteme”, “doğaya”, veya “tabiat anaya” nasıl değerler atfettiğimizi anlamak ve açığa çıkarmak gerekiyor. Bu aynı zamanda doğanın bize sağladığı faydaları (yine farklı bir adlandırmayla “ekosistem mal ve hizmetlerini”, “tabiatın bahşettiklerini”) ve iyi yaşamı (“refah”, “esenlik”, “mutluluk”) nasıl algıladığımızla alakalı. Burada IPBES çerçevesinden hareketle, bir spektrum üzerinde, doğaya insan ve toplum için, ikincisi bir kültür olarak ve ayrıca kendisi için değer verdiğimizi, değerler skalasındaki pozisyonumuza göre de doğanın geleceğine dair farklı tahayyüller kurabileceğimizi söyleyebiliriz. Doğaya insana mal ve hizmet (ör: kereste, gıda, kirlilik giderimi, karbon özümsemesi) sunduğu için; kültürün bir parçası olduğu için (geleneğimizi yaşatan bize kim olduğumuzu hatırlatan dereler, korular, meralar, parklar); ve sırf kendisi için (Anadolu yaban koyunu, parsı, alageyik yaşasın diye) değer veriyoruz. İlle birini tercih etmesek de her birimiz bu değerler uzayında bir yerlere doğru devinim gösteriyoruz.
Bu değerler uzayında kolektif olarak nerede durduğumuz, insan merkezli olmasa da yine insan vesayeti üzerinden tanımladığımız “ekosistem hakkını” anlamak ve adlandırmak açısından önem taşıyor. Doğaya sadece insan ve topluma mal ve hizmet sağladığı için değer veriyorsak vesayetimiz altına aldığımız “ekosistem hakkının” eski köye yeni adet getirmekten öte bir anlamı olmayacak, çevreyle ilgili kararlar pratikte ekonomik değerler diline hapsedilmeye devam edecek, doğa geçmişte olduğu gibi suistimale açık olacaktır.
Sözün gerisini hukukçulara ve anayasacılara bırakabilirim. Ekolojik kriz derinleştikçe ekosistem hakkını anayasal ve yasal güvence altına almak yönünde küresel gelişmeler oldu. Bolivya, Kolombiya ve Ekvador’un ekosistem haklarına anayasalarında yer verdikleri; Hindistan, Yeni Zelanda’nın bu hakkı hukuk mevzuatına aldıkları biliniyor. Türkiye’de 2000’lerin ilk on yılında demokratik yeni bir anayasa yapılabileceğine dair kuşkulu umutlar yaşanırken kurulan Ekolojik Anayasa Girişimi’nin TBMM’ye sunduğu taslak da doğaya bir hak öznesi olarak yer veriyordu. Önümüzde demokratik bir anayasa inşa etmek, yasaları onunla uyumlu bir şekilde yenilemek ve kuvvetler ayrılığını, yargı bağımsızlığını güçlendirmek gibi fırsatlar açıldığında doğayı artık bir hak öznesi olarak tanımlamak sürdürülebilir yaşam yönünde kuşkusuz ileri bir adım olacaktır. Diğer taraftan bir toplum olarak doğaya şimdi nasıl değer verdiğimiz, değerlerimizin dönüşümü için nasıl gayret gösterdiğimiz; bunu bir temsiliyete kavuşturacak şekilde o büyük mutabakatı (Anayasa ve yasaları) nasıl inşa edeceğimiz önemlidir. Ekosistem hakkı kadar, hatta daha ziyade bu büyük prosedürel sorunun, inşa sürecinin ele alınması yerinde olacaktır.