İddiasını Kaybetmiş Ülke Türkiye

ÖNER GÜNÇAVDI

Her gece TV’lerde sarf edilen sözlere siz bakmayın… Her hafta grup toplantılarındaki diklenmelere de… Gazete köşelerinde yazılan menkıbelere ise hiç kulak asmayın… Ülke ekonomisi zorda, hem de çok büyük zorda.

Bu zorluk salt ekonomik sorunlardan değil, aynı zamanda yaşamakta olduğumuz siyasi sorunlardan da kaynaklanmaktadır. İktidar sadece maruz kaldığımız ekonomik krizi çözme değil, bu sorunu çözerken iktidarını da koruma derdinde. İktisadi çözümlerin kendi iktidarı için yarattığı tehlikelerin farkında olan hükümet, birtakım hurafelerle, teorilerin peşine takılmış, mucizeler aramaktadır. Her zaman yaptığı gibi, umudunu Orta Doğu’dan gelecek sermayeye bağlamış bir şekilde, en azından kısa dönemi kurtarmanın peşindedir.

Türkiye ekonomi alanında uzun zamandır öyküsünü yitirmiş bir ülke. Kendi kaderine terk edilmiş, tek bir kişinin inisiyatifine bırakılmış şekilde, yönünü kaybetti. Nereye gittiğini bilmeden, Doğu ile Batı arasında gidip gelmekte; kendine sığınabileceği güvenli bir yer aramakta. Maalesef büyük beklentilerle başladığımız yeni milenyumda, elimize geçen fırsatları yeterince kullanamadık. Tercihlerimizi kötü yapıp, bugünkü ekonomik sıkıntıların önünü açtık. Ama çok daha kötüsü, Türkiye’nin dünya ekonomisindeki iddialarından vazgeçtik; vazgeçmek zorunda bırakıldık.

Hiç birimiz böyle olmasını istemezdik tabi. Maalesef ülkemizdeki demokrasi pratiğinin bizi getirdiği nokta da bu. Sistemin tüm zaaflarını sonuna kadar kullanan bir siyasi anlayışın bizleri getirdiği nokta…
Tam, büyük bir ihtişamla Cumhuriyetimizin yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanırken, ekonomik bir bunalımın ve beraberinde ortaya çıkan siyasi bir krizin içine sürüklenmeye başladık. Bu krizden çıkış ne yazık ki maliyetli ve sancılı olacak; bu kesin! Sahip olduğumuz varlıklarımızı bir önceki krizde tükettiğimiz için, elimizde de satıp gelir elde edebilecek çok bir şey kalmadı.

Önceki krizden çıkışın adı “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programıydı”. Bu program ekonominin başlıca zaaflarını giderip, kaynak kullanımını rasyonel temellere dayandırarak, sürdürülebilir bir büyüme patikası yakalamayı amaçlıyordu. Ayrıca siyasal alanda küresel dünyanın, insan hakları ve demokrasiye saygılı saygın bir üyesi olma iddiası vardı o günlerde. Çok daha önemlisi 3 Kasım 2002 tarihinde genel seçimleri kazanan siyasi parti de bu iddiayı sahiplenmişti. Ya da en azından sahiplenmiş gibi görünmekteydi.

PEKİ YA BUGÜN?

Bugün ekonomik ve siyasi tüm iddialarını terk etmiş bir ülke yönetimiyle karşı karşıyayız. Bu tesadüf müdür? Kesinlikle değil. Daha çok AKP’nin, on dokuz yıl boyunca ülkeyi yönetme pratiğinin artık işe yaramamasının ekonomik yansımalarıdır karşı karşıya kaldığımız kriz.

Bu kriz sadece basit makroiktisadi tedbirlerin alınması ve birtakım ekonomik reformların hayata geçirilmesiyle geçiştirilebilecek nitelikte değildir. Zira bu tarz tedbirler AKP’nin varlık nedenlerini ortadan kaldırdığı gibi, yönetim pratikleriyle bağdaşmıyor. O yüzden çıkış ancak iktidarın değişimi ile mümkündür.

NE OLDU DA BURAYA GELDİK?

AKP, on dokuz yıldır farklı farklı toplumsal kesimlerle iktidar yolculuğu yaptı. Buna bağlı olarak da iktisadi öncelikleri sürekli değişti. Gerçekleştirdiği kesimsel ittifakların gerçeklerine uygun ekonomik politikaları uygulamakta da bir beis görmedi. Allahtan bu dönüşümlerinin maliyetlerini finanse edebileceği kaynakları uluslararası sistemden kolay ve ucuza bulabiliyordu. Bugün karşı karşıya kaldığımız krizin nedenlerinden biri de, AKP’nin en son gerçekleştirdiği ittifaka uygun ekonomik modelin finansmanının zorlaşmasıdır. Çok daha kötüsü, buradan yeni bir modele geçiş için kurulabilecek yeni bir ittifak imkânının da kalmamış olmasıdır. Bu kesimlerin desteğini kaybetmemek için körü körüne birtakım politikaların peşine takılmış, gitmektedir.

ASLINDA HER ŞEY 2003 YILINDA, BÜYÜK UMUTLARLA BAŞLADI

DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümetinin ülkeyi sürüklediği krizin ardından, tek parti liderliğinde kurulan AKP hükümeti, temelde referansları siyasi İslam olsa bile, tüm ülkede umut kaynağı oldu. Özellikle büyük sermaye için… Seçim gecesi rahmetli Sakıp Sabancı’nın, sevinçle TV’lere verdiği röportajlar hâlâ aklımda tüm tazeliğini korumaktadır.

2001 krizinin ardından IMF kontrolünde devreye sokulan yeni ekonomik model, ülkemizde siyasi yapıyı toptan değiştirdi ve AKP iktidarının önünü açmıştı. Otuz iki numaralı kararnamenin çizdiği kurumsal sınırlar içinde uygulanan bu reformlar, devletin ekonomideki rolünü azaltırken, özellikle yurt dışı kaynaklardan elde edilen mali kaynakların kullanımında özel sektörü öne çıkarmayı amaçlamıştır. Kamu kesiminin bu kaynakların kullanımı bakımından 1990’lı yıllardan beri özel sektörle girdiği rekabetten büyük ölçüde çekilmiştir.

Bu dönemin en önemli sihri Türk Lirası (TL) üzerinden yapıldı ve AKP’nin kamuoyundan aldığı siyasi desteğin de en belirleyici unsuru oldu. Bu süreçte TL değerlenmesi, yurtiçinde herkesin kendine göre sahip oldukları varlıkların değerlerinin döviz cinsinden artmasına neden oldu. Kimisinin hayatta sahip olduğu tek kaynak emeğiydi; onların yabancı mallar cinsinden satın alma gücü arttı, fazla gayret sarf etmeden daha fazla refaha erişebildiler. Kimilerinin de malı mülkü ve sermayesi vardı; onların da döviz cinsinden değerleri artarken, değerli TL’nin sağladığı imkânlarla, yine çok büyük gayret sarf etmeden birden daha da zengin oldular. İşte başlangıçta ülkedeki her kesim için bu, AKP’nin sihrini oluşturdu. Büyük bir krizde kayıplara uğramış bir toplumda, böyle bir sihri tersine çevirebilecek hiçbir farklı siyasi söyleme yaşam hakkı tanınmadı.

AKP iktidara geldiğinde bu reformlar ülkemizdeki büyük sermayenin destekleriyle başladı; iyi de sonuçlar alındı. AKP reformlardan geri dönmedi ve reform destekçisi olan kesimlerle ittifaka girerek, siyasi birtakım reformlara da ön ayak oldu. Bu dönemde AKP yönetimi ile TÜSİAD arasından su sızmadı; benzer değerleri temsil etmeye başladılar. Yönetim küreselleşme yanlısı bir çizgide, evrensel demokratik değerlere ulaşmayı amaç edindi; ancak bir o kadar da ulus devlet olmanın birtakım imtiyazlarından vazgeçti. Ya da vazgeçmiş gibi göründü. TÜSİAD gibi büyük sermaye kuruluşlarıyla kurulan birliktelikler ve benimsenen değerler AKP’nin dışarıdan da destek görmesine imkân sağladı.

On dokuz yıllık AKP iktidarında bu ilk dönemdeki ekonomik kazanımların önemi büyüktür. Zaten böyle bir kamuoyu desteğini başka türlü de elde edebilmesi mümkün değildi. Öncelikle sağlanan makroiktisadi istikrar ekonomik kazanımların en başında gelmektedir.

Ekonomik ve siyasi reformların uluslararası arenada destek görmesi neticesinde, Türkiye ciddi sermaye girişlerine sahne oldu. 1990’lı yıllar boyunca yurtiçi ve yurt dışı tasarrufların aktığı kamu kesimi yerine, tasarrufların artık kamuda gideceği bir adres kalmadığından ve bu kaynak girişinden büyük ölçüde özel sektör yararlandı. Tam gaz gidilen özelleştirmeler ve hatta özel sektörün varlık satışları bu dönemde değer kazanan TL‘nin sağladığı imkânlar, olması gerekenden çok daha fazla kaynak elde edilebilmesine olanak sağladı. Düşen enflasyon ve faizler ve beraberindeki düşen reel kurlar geniş kitlelerin refaha erişimini arttırdı. 1990’ların istikrarsızlıkları ve krizlerinin ardından refaha ulaşan kitlelerin AKP’ye destekleri arttı ve bunun sonucunda Temmuz 2007 seçimleri kazanıldı. Amaç hâsıl olmuştu.

Çok önemli bir husus ve on dokuz yıllık AKP dönemi içinde en önemli farklılığı oluşturan da, AKP’nin ilk döneminde elde edilen büyümede, reformlarla birlikte ortaya çıkan verimlilik artışlarının oynadığı inkâr edilemez roldür.

AKP bu dönemde elde ettiği kaynaklarla, tıpkı 1950’lerde Demokrat Parti’nin yaptığı gibi, kırsal nüfusu kentleştirme projesine başladı. Bu aynı zamanda kırsal nüfusun refaha erişimini sağlamanın bir yoluydu. Büyük sermaye ile girilen ittifakın bir gereği olarak uygulanan ekonomik politikalar böyle bir yapısal dönüşümün mali kaynağını sağladı. Ama çok daha önemlisi onun on dokuz yılı aşan iktidarını tahkim edecek kamuoyu desteğini yarattı. Ancak asıl sorun kırsal nüfusun kentlerde nasıl gelir sahibi yapılacağı noktasında çıktı. Ülkemizde ve dünyadaki ekonomik koşullar tarımdan kopan fazla nüfusun, 1960 ve 1970’lerde olduğu gibi artık sanayide istihdam edilip, gelir elde edebilmesine imkân vermemektedir. Sanayinin teknolojik düzeyi, dış rekabete açıklığı ve kırdan gelenlerin sahip oldukları vasıfların bu teknolojilerle uyum gösterememesi böyle bir istihdamı zorlaştırmaktadır.

Bu kırsal kökenli nüfusun kentlerde istihdamının tek bir yolu vardır. Bunların sermaye sahibi olanlarını kentlerde esnaf, sermayesi olmayanı da onların yanında çalışan işçi yapmak. Bu nüfusun alternatif istihdam alanları olarak ticaret-hizmet-inşaat sektörleri bu ilk dönemde teşvik gördü. Zaten ekonomideki nispi fiyat yapısı da, yapılan bu tercihle uyumluydu; TL bu gibi yerel nitelikte faaliyetlerin daha fazla kazançlı görülmesine imkân vermekteydi.

Ülke ekonomisi eşi benzeri görülmemiş cari açıklar verirken, buna tepki verilmiyor, o günlerin imkânlarından sonuna kadar yararlanılması tercih ediliyordu. Finansmanı bulunabilirken, yüksek cari açık vermek siyasiler açısından da kabul görmekteydi.

SİHRİN BOZULMAYA BAŞLAMASI VE AKP’NİN YENİ ARAYIŞLARI

AKP açısından ilk önemli dönüşüm 2008-2009 dünya finansal kriziyle gerçekleşti. Türkiye ekonomisi %4,5 küçüldü. Bunun sonucunda 2009 yılında yapılan yerel seçimlerde, kamuoyu desteği bakımından AKP %38,4’lere geriledi. Aynı dönemde IMF ile yapılmış olan stand-by anlaşmasının da süresi doldu; böylece AKP ilk kez kendi inisiyatifiyle ekonomi politikası yapabilme imkânına erişti.

Bu dönemde gizli ittifak ortağı olan büyük sermaye, hükümetin IMF ile yeni bir anlaşma yapmasını isterken, siyasi ve ekonomik reformlara da devam etmesini şart koşmaktaydı. Yerel seçimlerde düşen oylarının etkisiyle, AKP kamuoyu desteğinde yaşanan azalmayı telafi edebilmek için yeni bir ittifak arayışına girdi. Bu yeni arayış iktidarın reform arayışlarının da sonuna gelindiğinin işaretiydi. AKP bu dönemde Anadolu’daki küçük ve orta büyüklükteki sermayenin desteğine talip oldu ve yeni dönemde kuracağı ittifakı bu kesimlerle yapmayı amaçladı. İstanbul temelli büyük sermayeyi tam olarak ikame edemese bile, temsil ettiği nüfusun oluşturduğu siyasi destek düzeyi yeterli seviyelerdeydi. Tercih yapıldı ve ülke çıkarları yerine iktidarın kendi siyasi çıkarları tercih edildi.

Uygulanan ekonomik politikalar itibariyle hâlâ uluslararası sermaye girişleri ve cari açık verebilirlik ve neticede yüksek büyüme imkânları mevcuttu. Kur istikrarı ve düşük enflasyonla birlikte, düşük faizler küçük ve orta ölçekli Anadolu sermayesinin gelişimine, önünün açılmasına olanak vermekteydi. Ekonomik şartlar uygun olmasına rağmen, bu sermayenin üzerinde bürokraside olduğu gibi, Fethullah Gülen Örgütünün etkisi büyüktü.
Bu sermaye gruplarıyla kurulan ittifak iktidara, aynı zamanda Avrupa Birliği ile ilişkileri ve siyasi reformaları yavaşlatabilme olanağı sundu. Küreselleşmeden taviz verilmezken, Anadolu sermayesinin önemsediği ulusa devletin öne çıkarılması, demokratik hakların sınırlanmasıyla sağlanabildi.
Demokratikleşmede hız kesen hükümet, küreselleşmeden taviz vermezken, içeride de ciddi bir siyasi mücadeleye girdi. Aslında ulus devletin öne çıkması ilk kez bu dönemde görüldü. Uluslararası mali sistemdeki konjonktürün o günkü koşulları AKP’ye bu dönüşümü yapabilmesine olanak sağladı.

Ekonomik koşulların hizmet-ticaret-inşaat lehine oluşturduğu nispi fiyatlar ve yüksek yurtiçi talep iktidarın o günlerdeki büyüme pratiğinin temel unsurlarıydı. Dışarıdan ucuza ve bolca borçlanarak desteklenen bu talep de, özellikle ittifak içine girilen sermaye bakımından elverişli koşullar oluşturdu. Dahası Anadolu sermayesinin bir kısmının yurtdışına açılabilmesinde, Fethullah Gülen Örgütünün etkili olduğu birtakım mesleki organizasyonlar önemli roller oynadı. Hatta bu örgütlerin yükselişi ile kamuoyunda TÜSİAD’a alternatif sermaye grupları ilk kez görünür olmaya başladı.

Lakin dünya ve Türkiye ekonomisi 2013 yılında önemli bir yol ayrımına geldi. FED başkanı Ben Bernanke görevi bırakırken, tüm dünyaya mali koşullarda değişimin işaretlerini vermişti. Çok geçmeden bunların etkisi Türkiye ekonomisinde de kendini gösteriyordu. Öncelikle enflasyon ve faizler artmaya, TL de sınırlı düzeyde de olsa değer kaybı yaşamaya başladı. Çok daha önemlisi o günün Başbakanı ile ekonomi yönetimi arasında görüş ayrılıkları bu yıllarda daha görünür hale geliyordu veya gelmişti. Hatta Sayın Cumhurbaşkanının “faiz neden, enflasyon sonuç” şeklinde özetlenebilecek düşüncesinin ilk işaretleri de bu yıllarda belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Aynı dönemde ülke içinde sosyal ve siyasi değişimler de olmaya başladı. Örneğin Gezi protestoları yine 2013 yılında gerçekleşti. Bu protestolar AKP’nin ilk döneminde gelişen sivil toplumun (en azından bir kesiminin) AKP yönetim tarzına tepkisi olarak kayıtlara geçti. Ancak çok daha önemlisi bu dönemde AKP iktidarı Fethullah Gülen Örgütü ile yürüttüğü ittifakında da sorun yaşamaya başladı. Değişen uluslararası konjonktüre uyum gösteremeyen iktidar, geçmişteki ezberlerini takip ederek düşük faiz ve daha da önemlisi değerlenmiş TL’nin imkânlarını kullanabilmeye özlem duyuyordu. Siyasi desteğini sağlayan kesimlerin konjonktür ile uyumlu şekilde refahında ayarlama yapmaya direnmeye başlamıştır. Bu süreç Fethullah Gülen Örgütü ile kesin bir kopuşa işaret eden 15 Temmuz darbe girişimine kadar devam etti.

TÜRKİYE BEŞTEN BÜYÜKTÜR

Darbe girişiminin ardından AKP Anadolu sermayesi ile eskisi gibi bir ilişki kuramadı. Zira FETÖ ile mücadele bir yönüyle Anadolu sermayesinin bir bölümünün de tasfiyesini gerekli kılmaktaydı. Bir yandan bu mücadele, diğer yandan azalan mali imkânlar, genel anlamda Anadolu’ya yönelik gelir transferlerindeki zorluklar bu ittifakın sürdürülmesini güçleştirdi.

Ekonomide etkinliğini sürdürmeye çalışan iktidar, bu dönemde kolayca kontrol edebileceği bir grupla ekonomik politikalara yön vermeye öncelik tanıdı. Ekonomiyi kamu kesiminin altyapı yatırımlarını yapan bazı iş adamları ve onların etrafında kümelenmiş bir grup ile yönetmeye çalıştı. Çoğu inşaat sektöründe tecrübe sahibi ve kamuoyunda “beş büyük müteahhit” diye tanınan iş adamlarının, kamunun altyapı projeleri ile enerji ve madencilik gibi alanlardaki faaliyetleriyle ekonomiye yön verildi. AKP’nin zaman içinde edindiği iktisadi deneyim de zaten başka bir modelin uygulanabilmesine olanak vermiyordu. Aradan geçen onca seneden sonra ve partide yaşanan kopuşların ardından, AKP’nin yönetim kabiliyetinde de ciddi azalmalar yaşandı.

Bu modelin uzun süre sürdürülebilirliği yoktu. Öncelikle böyle bir model, üreten, ülke ekonomisi için kaynak yaratan (özellikle döviz cinsinden) değil bir model, büyük ölçüde kaynak tüketendi. Sermaye girişlerinin yavaşlaması, artan enflasyon ve beraberinde ortaya çıkan kur artışları artık bir modelin geçmişe göre çok daha maliyetli olmasına yol açmaktaydı. Bu iktisat model, ekonomik paydaşların siyasi iktidara bağımlılıkları ve itaat etmeleri, onların iktidardan iktisadi olmayan herhangi bir talebi dillendirmelerinin de önüne geçmekte ve bu şekilde iktidarla, en azından görünürde, büyük bir uyum göstermelerine olanak sağlamaktaydı. Fakat böyle bir modelin yarattığı değerlerin, Türkiye gibi kesimsel çeşitliliği yüksek bir piyasa ekonomisinin ihtiyaçlarını karşılayabilmesi mümkün değildi. Elbette iktidar iktisadi konulardaki söylemini de bu ittifakta yer alan kesimlere göre değiştirdi. Kontrol etmeyi arzuladığı ekonomide önceliği yerleştirmeye çalıştığı ekonomik sistemin ucuz kredi talebi ve serbest piyasa sisteminin doğurduğu risklerin giderilmesi oldu.

Önceleri bu kesimlere AKP risklerden muaf gelir garantileri verirken, serbest piyasa ekonomisinin oluşturduğu ve piyasa katılımcılarının üstlenmesi gereken risklerin hazine tarafından yüklenilmesine vesile oldu. Bir yandan altyapı projelerinin finansmanına yönelik iş adamlarına gelir garantileri verilirken, bu gelirleri dövize endeksleyerek enflasyona ve kurdaki dalgalanmalara karşı da korunaklı bir hale getirdi.

Bu iktisadi sistemin en son icraatı ise 20 Aralık akşamı yaşandı. TL’nin %15’lere varan değer kaybına yol açan ciddi bir kur şokunun ardından, TL’nin cazibesini arttırmak için tasarruf sahiplerinin maruz kaldıkları kur riski hazineye devredildi. Böylece bir hedge-fon şirketi gibi Türkiye ekonomisindeki her kesimin maruz kalabileceği kur risklerinin finansmanı için hazine görevlendirilmiş oldu. Kurumsal olarak serbest piyasa ekonomisinin bulunduğu Türkiye ekonomisi, kur riskinden bağımsız bir ekonomi haline getirildi.

Ancak 20 Aralık günü öncesinde döviz kurlarındaki yükselişi engellemeyen (hatta söylemleriyle artmasını körükleyen) iktidar, o akşam yaptığı müdahaleyle kurlarda önemli miktarda düşüş sağladı. Bu, özellikle dövize yatırım yapmış olan küçük tasarruf sahiplerinin zarar etmelerine neden olmuştur. Bu basit bir kayıp değildir. Çok uzun süredir enflasyonla mücadelede isteksiz davranan iktidar, kendi tabanını sağladığı gelir imkânları ve birikimlerinin satın alma gücünü koruyabilmesine olanak vermedi. Enflasyonla yapılmayan mücadele AKP tabanına karşı yapılmış olan ilk ihanet oldu.

20 Aralık akşamı yapılan müdahaleyle refahını koruyabilmek için dövize yönelmiş AKP tabanı ciddi bir başka zararla karşı karşıya bırakıldı. Gün boyu 18 TL seviyesine kadar çıkışına izin verilen dolar kurunun, akşam açıklanan tedbirlerle birden 10 TL seviyelerine düşmesi, tasarruflarını dövize yatırmış birçok küçük tasarruf sahibinin büyük zarara uğramasına neden oldu. Burada AKP’nin tüm Türkiye’ye olduğu kadar, kendi tabanına karşı da yaptığı ikinci ihanet gerçekleşti.

Türkiye’nin bugün yaşadığı sadece bir ekonomik kriz değildir. Yaşanılan siyasi bir krizin iktisadi yansımalarıdır. Siyasi bir anlayışın tüm ülkeye dayattığı bir rejimin ve yönetim tarzının ödettiği bir bedeldir. Öyle ki toplumun tüm değer yaratan kesimlerini dışlayarak, ihtiyaçlarını görmezden gelerek, kendi iktidarını tahkim edecek kamuoyu desteğini yitirmesinin sonucudur. Bu özelliği itibariyle bugünkü krizin ülkemizin geçmişte yaşadığı krizlerden önemli bir farkı vardır.

İktidarını sürdürebilmek ve bunun için ülkenin bütününü kapsayacak, değer yaratan bir ekonomik modele geçiş artık çok zor görülüyor. Bu zorluk böyle bir modelin teknik olarak uygulanabilirliğinden değil, daha çok modelin başarısı için gerekli siyasi şartları oluşturmakta AKP iktidarının isteksiz davranacağındandır. Bugüne kadar ekonomik başarıları için çeşitli ittifaklara girmiş olan AKP, ülkedeki tüm üretken kesimlerle kurduğu ittifakları tükettiği gibi, yeni ittifaklar için gerekli iktisadi kaynaklar da azaldı. İktidarının devamı için ilişkiye girdiği kesimlere yönelik gelir aktarımları ise ekonominin geneli için giderek çok daha fazla sorun yaratmaya başladı. Üstelik daha az kaynağı kalan iktidarın, bunu giderek küçülen gruplara aktarırken, ayı zamanda marjinalleşmeye başladığı da görülmektedir. Çözüm bu siyasi anlayışın değişimindedir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: