CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke: Küresel Ticaret Yeniden Şekillenirken Türkiye: Fırsatlar ve Zorunluluklar

SELİN SAYEK BÖKE

COVİD-19 salgını ile geçirdiğimiz ikinci yılı geride bırakıyoruz. Salgın, sağlıktan ekonomiye, tarımdan ticarete hayatın her alanında ciddi etkilere yol açtı, açmaya da devam ediyor. Aynı zamanda salgın, yarattığı sonuçlar doğrultusunda başta ekonomi olmak üzere her alanda mevcut düzenin yeniden tartışılmasına neden oldu.

Salgın Türkiye’ye sıçradığında Türkiye hali hazırda tek adam rejiminin yarattığı çok yönlü bir buhranın zaten içerisindeydi. Salgına dair tek adam rejiminin politik tercihleriyle birlikte buhran derinleşti ve bugün buhranın toplumun ezici çoğunluğu üzerindeki yıkıcı etkileri artarak sürüyor. Ekonomik buhrandan çıkış için topyekûn bir anlayış ve dolayısıyla düzen değişikliğine gidilmesi gerektiği açık.

Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında, partimizin öncülüğünde demokratik, eşitlikçi, hak temelli, üreterek refah yaratan yeni bir düzenin kurulmasıyla ülkemizi bu buhrandan hızla çıkartacağız. Bu düzen değişikliğinin en önemli ayaklarından birini Türkiye’nin üreterek yarattığı refahı, bölüşerek yaratacağı kalkınma oluşturacak.

Refah yaratarak ve hakça bölüşerek kalkınmanın önemli koşulu Türkiye’nin üretimden ticarete ekonominin bütününde yeni bir anlayışı benimsemesi, küresel ekonomide ve dünya ticaretinde hak ettiği konuma ulaşmasıdır.

DÜNYA TİCARETİ YENİDEN ŞEKİLLENİYOR

Salgın, dijitalleşme, iklim krizi; çağımızın bu yeni gerçekleri üretim biçimlerini ve üretim coğrafyalarını etkiliyor, dönüştürüyor. Küresel ticaret yeniden şekilleniyor. Türkiye’nin yeniden şekillenen küresel ticarette hangi rolü üstleneceği ve bu büyük dönüşümün nasıl parçası olacağı ise ülkemizin geleceği açısından kritik önemde.
Geçtiğimiz iki yıla baktığımızda, COVİD-19 salgını ile küresel tedarik zincirlerinde geçmişte yaşanan aksaklıkları fazlasıyla aşan arz kesintilerinin, lojistik sorunların, taşımacılık ve teslimat sürelerinde aşırı esnemelerin yaşandığını görüyoruz. İklim krizinin yarattığı yıkıcı etkiler ise bu sorunları daha da derinleştiriyor. Tüm bu süreç küresel ticaret sisteminde ve tedarik zincirlerinde büyük değişimlere yol açıyor.

Tedarik zincirlerinde neler oluyor?

Arz sıkıntıları ve belirsizlikler nedeniyle küresel tedarik zincirlerinde 1950’lerden beri hâkim olan, üretim için ihtiyaç duyulan minimum stoka dayanan “tam zamanında” (just in time) modeli yerini tedarik zincirlerinde şoklara karşı önlem amacıyla “ne olur ne olmaz” (just in case) modeline bırakıyor. Bununla birlikte, maliyet ve verimlilik ile birlikte risklerin de gözetilmesi gerekliliğinin ortaya çıkmasıyla tedarik zincirlerinin ana üretim merkezlerine yakınlaştırılması ve aynı zamanda farklı coğrafyalara dağıtılarak tek merkezde (örneğin Çin’de) toplanmaması tartışılıyor. Salgının Çin’de başlaması ve Çin’den tüm dünyaya yayılan tedarik zincirlerinde salgın boyunca birçok sorunun yaşanması bu tartışmaları tetikledi. Yani, tedarik zincirlerinin yurtiçine veya yakın bölgelere kaydırılması, zincirlerin tüketim pazarlarına yakın konumlandırılması ve zincirlerin alternatiflerle çeşitlendirmesi söz konusu.

Küresel ticaret ve tedarik zincirlerindeki bu köklü değişim, üç kıtanın arasında bulunan, avantajlı bir coğrafi-jeopolitik konuma sahip ülkemiz için olumlu bir fırsat doğuruyor. Bununla birlikte, yatırım yapıldığı takdirde potansiyeli yüksek beşeri ve maddi kaynakları da coğrafi konumuyla birlikte büyük bir imkân yaratıyor. Tedarik zincirlerindeki değişime ayak uydurmak ülkemiz için fırsat olduğu kadar bir zorunluluk da. Yani fırsat ve zorunlulukların birbirini tamamladığı bir konjonktürle karşı karşıyayız.

İKTİDARIN TERCİHİ: HALKI YOKSUL, YABANCIYA UCUZ TÜRKİYE

İşte tam da bu noktada, küresel ekonomik sistem ve uluslararası ticaret dönüşürken Türkiye’nin bu yeni uluslararası düzen içerisinde nasıl bir rol üstleneceği, siyasi ve ekonomik tercihlerin temelini oluşturuyor. İktidarın bu konuda stratejik bir vizyona sahip olmadığını, söylemde ve uygulanan ekonomi politikalarında sürekli zikzaklar çizdiğini ve tüm bu sürecin ülkemizdeki buhranı daha da derinleştirdiğini biliyoruz; ülke olarak hep birlikte yaşıyoruz.

İktidarın geçtiğimiz aylarda “rekabetçi kur, cari denge, Çin modeli, Türkiye Ekonomi Modeli” gibi farklı isimlerle açıklamaya çalıştığı ekonomik anlayışın temelinde güya Türk Lirası’nda rekor değer kayıpları yaratarak ihracatı arttırmak yatıyordu. İktidarın tercihi milyonlarca emekçinin alın terini değersizleştirme, ülkemizin varlıklarını ucuzlatarak yabancılara kelepir fiyatlara pazarlama, Türkiye’yi yabancılara adeta bir ucuzluk pazarına çevirmekten ibaret.

Bu safsatanın ortaya atıldığı ilk günden beri Cumhuriyet Halk Partisi’nin kadroları, bilim insanları, akademisyenler, yazarlar bu garabetin neden işlemeyeceğini ve yalnızca büyük bir yoksullaşma dalgası yaratacağını ortaya koydu.

1990’larda, özellikle Doğu Asya’da ihracata-dayalı büyüme stratejileri ile kalkınma örnekleri yaygındı. Ancak artık küresel gerçekler farklı. Çin dahi iç talebe dayalı bir büyüme anlayışını tartışmaya başladı. Bununla birlikte, teknolojik gelişmeler ucuz emek gücü ihtiyacını dahi azaltacak konuma geliyor. Tüm ülkeler Sanayi 4.0 ve dijitalleşmenin yaratacağı otomasyon ve robotlaşmanın işgücü talebini azaltacağına dair hazırlık peşinde. Bu gelişmeler ucuz emek gücü üzerinden rekabet yaratmanın sürdürülebilir bir politika olmayacağına işaret ediyor. Uluslararası çalışmalar ucuz işçi maliyeti arayışından kaynaklı ticaretin özellikle emek-yoğun imalat sanayinde azaldığını, 2005’de bu oranın %55’ten 2020’lere doğru (2017’de) %43’e düştüğünü gösteriyor.

Sonuçta TL değer kaybettikçe ülkemizin rekabet gücü değil, ekonomiyi yöneten iktidara duyulan güvensizlik arttı. Kasım ve Aralık aylarında yaşanan döviz kurlarındaki sıçrama ve TL’deki değer kaybı, bırakın tedarik zincirlerindeki yeniliklerden yararlanmayı, Türkiye’nin hem iç ticaretini hem de dış ticaretini ciddi anlamda olumsuz etkiledi. TL’deki değer kaybından yararlanması beklenen ihracatçılar dahi istikrarlı kur taleplerini dile getirdi. Yani ucuzlayan TL bir rekabet gücü değil ekonomi yönetimine duyulan güvensizliğin, belirsizlik ve istikrarsızlığın fiyatlanması oldu.

İktidarın 19 yıl boyunca Türkiye’yi dış finansmana, ara malı ve hammadde ithalatına bağımlı kılmasından ötürü TL’nin değersizleştirilmesinin iddia edilen sonuçları ortaya koymadığı ve koymayacağı bir kez daha gün yüzüne çıktı. TL’deki rekor değer kaybına rağmen Kasım ve Aralık aylarında Türkiye dış açık vermeye devam etti. 2021’de Türkiye 46 milyar dolar dış ticaret açığı verdi, 2021 yılının Ocak-Kasım döneminde cari açık 10.9 milyar dolar oldu. Bir birim ihracat yaptığımızda kaç birim ithalat ürün alabileceğimizi gösteren dış ticaret haddi Ekim ayında 79,2 ile endeks tarihinin en düşük seviyesini gördü. Dış ticaret haddinin 100’ün altında olması ihraç fiyatlarının ithal fiyatlarının altında seyrettiği, dış ticaretin aleyhte olduğu anlamına geliyor. Başarısız olacağı en başından beri açık olan bu deneyin sonucunda TÜİK verilerinde dahi üreticinin yıllık maliyet artışı %79,9 olurken tüketici fiyatlarındaki yıllık artış %36,1’e yükseldi. TL’nin değer kaybıyla birlikte aşırı oynaklığı, fiyatlama davranışlarındaki bozulmalar ve belirsizlikler öyle bir hal aldı ki bırakalım tedarik zincirlerindeki değişikliklerden avantaj sağlamayı, ülkedeki ekonomik faaliyet ve ticaret toptan durma noktasına geldi. Çünkü uluslararası ticarette maliyet ve verimlilik kadar riskler de göz önünde bulunduruluyor.

BİZİM TERCİHİMİZ: PLANLAMA, KATMA DEĞERE DAYALI YENİ BİR TİCARET STRATEJİSİ, REFAH, EŞİT BÖLÜŞÜM VE KALKINMA

Tüm bunlar Türkiye’nin ekonomi ve ticarette istikrarlı, güven telkin eden, planlı, katma değerli, nitelikli istihdam yaratan, eşitlikçi bir bölüşümü ve kalkınmayı esas alan yeni bir düzene ihtiyaç duyduğunu ortaya koyuyor. Aynı şekilde, değişen dünya ekonomisinde ve uluslararası ticarette Türkiye’nin rolünün de yeniden bu değişimin ışığında tanımlanmasını gerekiyor.

Küresel ticarette en dinamik unsur yüksek teknolojili ürün ticaretinde. Dijitalleşme, yapay zekâ, Sanayi 4.0, hızlanan otomasyon ve inovasyon süreçleri ile birlikte bilişim sektörünün mal ve hizmet ticareti de kuvvetleniyor. Dolayısıyla Türkiye’nin küresel ticaretteki rolünün yeniden tanımlanmasında bu ürün yelpazesini hedefleyen, küresel ticaretin en dinamik ürün sınıflamalarından aldığı payı artırmayı sağlayacak teknolojik dönüşümün gerçekleşmesi gerekiyor.

Ucuza üreterek değil nitelikli üreterek rekabet edecek bir stratejiye ihtiyacımız olduğu çok açık. Hali hazırda üretimimizde ve ihracatımızda katma değerin payı çok düşük. TÜİK’in dış ticaret verilerine göre, Türkiye’nin imalat sanayi ihracatı içindeki yüksek teknoloji ürünlerinin payı %3 bandında. Dünya Bankası verilerine göre bu oran Çek Cumhuriyeti ve Meksika’da %20, Brezilya’da %15, Bulgaristan’da %10 bandında. Öte yandan ihracatımızın kilogram fiyatı da zaman içerisinde 1 dolara kadar geriledi.

Orta ve uzun vadeli stratejik planlar, yüksek katma değerli üretim ile küresel ticarette Türkiye’nin rekabet gücünü arttırmayı hedeflemeli. Bu kapsamda, kuracağımız üretim ekonomisi ile tüm üretimin katma değerini arttırmayı hedeflerken bir yandan da üretimin ve dolayısı ile ihracatın ithal ara malı bağımlılığını da ortadan kaldırmayı hedefleyeceğiz

İktidar olur olmaz kuracağımız Stratejik Planlama Teşkilatı’nın temel misyonlarından biri de bu olacak. Kamu yatırımlarının ranta, yandaşlara, beton projelerine değil eğitime, teknolojiye ve verimlilik artışlarına yönlendirilmesi tercihinde bulunacağız. Katma değeri arttırabilmek için verimliliği, verimliliği arttırabilmek için eğitimin kalitesini ve teknoloji altyapısını güçlendireceğiz.

Refah yaratmak kadar refahı tüm topluma, tabana yaymak da önemli. Türkiye’yi ucuz emek sömürü değil katma değerli üretim merkezi haline getirmenin temel koşullarından biri sosyoekonomik eşitlikten ve gelir adaletinden ödün vermemek olmalı. İktidar sık sık Türkiye’nin ihracata dayalı bir büyüme anlayışını benimsediğini dile getiriyor. İktidar bunu ihraç ettiğimiz ürünleri ucuzlatarak, bu ürünleri alın terleriyle yaratan emekçilerin ücretlerini baskılayıp alım güçlerini eriterek yapmaya çalışıyor. İşte bu sömürü düzenini değiştireceğiz.

Emekçilerin ücretlerini ve yaşam kalitelerini düşürmeyi, ülkeyi “ucuzluk pazarına” çevirmenin bir aracı olarak gören bu çarpık zihniyetin sonuçları büyüme rakamlarına da yansıyor. Emekçilerin milli gelirden aldıkları paya baktığımızda gözle görülür bir gerileme yaşandığını görüyoruz. 2019 yılının birinci çeyreğinde %39,1 olan pay 2021 yılının üçüncü çeyreği itibariyle %29,8’e geriledi. Refahı bir avuç imtiyazlıda toplayan, toplumun üreten ve çalışan geniş kesimlerini yoksullaştıran bu düzeni değiştirmek sosyal demokrat siyasetin önünde duran en önemli görevlerden biri.

Emekçilerin ücret seviyesini yükseltmek planlı bir düzende yatırımları nitelikli ve verimli sektörlere yöneltmek, emek gücünün kolektif pazarlık gücünün yani sendikalaşmanın önündeki yasal ve fiili engelleri kaldırmak ve herkes için asgari bir gelir güvencesini sağlayacak sosyal devlet politikalarını (bizim programımızdaki adıyla Aile Destekleri Sigortası) kurmak bir siyasi irade meselesi. Partimiz emekten yana işte bu iradeye sahiptir ve kararlıdır.

İKLİM KRİZİ VE YEŞİL MUTABAKAT

Tedarik zincirlerinde ve küresel ticaret sisteminde COVİD-19 salgını kadar etkili olan bir diğer unsur iklim krizi oldu. Zaten ortaya çıkan salgınları iklim krizinden ve kurulu düzenin ekolojik denge üzerindeki oluşturduğu baskıdan bağımsız düşünmek mümkün değil. Ülkemizde de iklim değişikliğinin ve rant odaklı ekonomik düzenin yol açtığı yangın, sel, heyelan gibi felaketlerin ağır sonuçlarını yaşıyoruz. İklim kriziyle göstermelik laflarla değil ama somut adımlarla gerçekten mücadele etmek ülkemizi, doğayı, tüm canlıları koruyabilmek için çok önemli olduğu gibi Türkiye’nin küresel ticaretteki rolünün yeniden tanımlanması ve ülkemizin uluslararası ekonomide hak ettiği konuma kavuşması için de elzem.

Türkiye’nin hacim olarak en büyük dış ticaret ortağı olan Avrupa Birliği, yayınladığı Yeşil Mutabakat programıyla sanayiden enerjiye, ulaştırmadan tarıma karbonsuz bir ekonomik modele geçiş öneriyor ve bu sürecin kendisi ticareti de yeniden şekillendiriyor. Mutabakat çerçevesinde sınırda karbon düzenlemesi uygulaması getirilecek olması AB ile ticaret yapan tüm ülkeler açısından etkisi olacak bir politika. Yeşil Mutabakatın ve sınırda karbon düzenlemesinin iklim kriziyle mücadelede karbon salınımlarını küresel çapta azaltma konusunda ne kadar etkili olacağı tartışmalıdır. Ancak uluslararası ticaretin bu program ışığında dönüşeceği bugünden bellidir. Sınırda karbon düzenlemesinin Türkiye’nin ticaret sistemine 2 milyar avroya yakın yük getirebileceği hesaplanıyor.

İktidar ise Türkiye’yi bu sürece hazırlamıyor. Paris Anlaşması 2021 yılında Glasgow İklim Zirvesi öncesinde Türkiye’ye birkaç milyar dolarlık fon aktarımı için nihayet imzalanmış olsa da iklim kriziyle mücadelede ve yeşil dönüşümde somut adımlar atılmıyor. Ticaret Bakanlığı’nın yayınladığı Yeşil Mutabakat Eylem Planı ise yalnızca soyut bir niyet beyanı olarak ortada duruyor. İktidar, büyük çevre yıkımı yaratan rant projelerini halkın vergileriyle finanse etmeye ve ülkenin dört bir tarafında doğal dengeyi bozmaya devam ediyor.

Türkiye ekonomisini ve ticaret sistemimizi yeşil dönüşüme uyumlu hale getirmek için yapıcı ve tüm toplum kesimlerini gözeten adımlar atmak da ancak bir plan ile başarılabilir. Herhangi bir istihdam kaybına yol açmayacak, üretim ve ticaret sistemini sekteye uğratıp yeni arz şokları yaratmayacak şekilde bu dönüşümün hayata geçirilmesi için birkaç sayfalık soyut ifadelerle dolu metinleri aşan somut ve detaylandırılmış, enerji ve iklim uzmanlarının katkı sağladığı bir plana ihtiyaç var. Bu planı biz hayata geçireceğiz.

SONUÇ

Tedarik zincirleri ve dünya ticareti üzerinde salgının, dijitalleşmenin ve yeşil dönüşümün yarattığı değişim ve dönüşümlerin ortağı olmanın, Türkiye’yi katma değerli üretim gücüyle rekabetçi hale getirmenin zeminini güven ve istikrar oluşturuyor. Sürekli istikrarsızlık, belirsizlik ve güvensizlik anlamına gelen Tek Adam Rejimi yerine kuracağımız Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ile inşa edeceğimiz demokratik hukuk devleti bu güven zeminini sağlamlaştıracak.

Ülkemizin küresel ticarette oynayacağı rolün temel girdisi emek sömürüsü değil katma değer olacak. Türkiye ekonomisinin verimliliğini ve katma değerini arttıracak hem maddi kaynakları hem de insan kaynağı var. Önemli olan bu kaynakların verimli alanlara aktarılmasını sağlayacak bir siyasi irade. O siyasi irade de bizde var. Kuracağımız düzen ile üreterek yaratılan refahı hakça bölüşeceğiz. Büyüme ancak “kimseyi arkada bırakmayacak kadar” kapsayıcı olursa gerçek bir kalkınmaya dönüşür. Hakça bölüşümün güvencesi sosyal devlet olacak.

Dünya yeniden şekillenirken zamanın ruhu sosyal demokrat bir ekonomik düzeni çağırıyor! Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında ülkemizin küresel ekonomi ve uluslararası ticaretteki rolünü planla tanımlayacak ve kurumsal bir çerçeveye oturtarak sürdürülebilir kılacağız. Biz kuracağız!

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: