“Aynı Eski Melodi” mi?
Geç Osmanlı’dan Erken Türkiye Cumhuriyeti’ne Dış Politika’da Anlayış Değişimi

Lozan görüşmeleri sırasında İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, İsmet Paşa’ya alaylı bir şekilde şu sözleri söylemişti: “İsmet bana en ziyade bir müzik kutusunu hatırlıyorsun, zira tekrar, tekrar ve tekrar, aynı eski melodiyi çalıyorsun- egemenlik, egemenlik, egemenlik.” Bu sözler, Curzon’un konferans boyunca İsmet Paşa nezdinde Türk heyetini psikolojik baskı altında tutma stratejisinin bir parçasıydı. Hatta daha da ileri giden Curzon, Lozan müzakerelerinin Şubat 1923’te kesilmesinden hemen önce, ABD’nin Lozan delegasyonu üyesi ve Bern büyükelçisi Grew’ün sözleri ile, “ofis oğlanı gibi davran(dığı)”, “sert bakış ve sözlerle yıldır(dığı)” ve “alaylı sözlerle sıva(dığı)” İsmet Paşa’ya, yanında Amerikan delegasyonun diğer bir üyesi Büyükelçi Child olduğu hâlde tehdit dolu şu sözleri söylemişti: “Ne reddederseniz hepsi cebimdedir…İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.” Lozan’da özellikle Kapitülasyonlar meselesi görüşülürken Müttefiklerin aralarındaki ayrılıklara rağmen birlikte hareket edip Türk tarafına yüklenmeleri, Karacan’a göre, onların “Türkiye’ye vaktiyle Osmanlı İmparatorluğu’na ve İsmet Paşa’ya da Babıâli vezirlerine yaptıkları muameleyi yapmak istemeleri”nin bir sonucuydu. “Gerçekten yeni bir Türkiye şuurunu henüz kavramış değillerdi.” O yüzden Lozan’da Türk tarafının kararlı tutumunu İngiliz Kralı V. George’ın özel sekteri Lord Stamfordham sadece “Türklerin saptırmaları ve küstahlığı” olarak görüyordu.
Hâlbuki, Lozan’da Türk heyetinin karşısına oturan Büyük Güçlerin temsilcileri büyük bir yanılgı içindeydiler. Çünkü onlar hala Osmanlı döneminin Büyük Güçlere bel bağlayan anlayışı ile Türk tarafının hareket edeceğine daha doğrusu hareket ettirileceğine inanıyordu. İsmet Paşa’nın Lozan’da temsil ettiği ‘yeni’ Türkiye’nin eskisinden farkı işte bu yoğun baskılara karşı direnmesinin altında yatan dış politikadaki anlayış değişimiydi. Bu değişimin kaynağı da cephede kazanılan askeri zaferler, Ankara’da kazanılan siyasi ve diplomatik başarılar ve halkın büyük çoğunluğunun bütün kışkırtmalara rağmen Ankara’nın yanında durmasıydı. İkinci İnönü Zaferi sonrasında Mustafa Kemal Paşa’nın İsmet Paşa’ya çektiği telgraftaki “Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin tersine dönmüş talihini de yendiniz.” cümlesi bu değişimi daha 1921 Nisan’ınında çok net bir şekilde ilan ediyordu.
‘Yeni’ Türkiye için “milletin tersine dönmüş talihini” yenen yine milletin kendi ordusu iken, ‘eski Türkiye’nin yani çöken imparatorluğun sadrazamı Damat Ferit Paşa’ya göre bunun için dışarıdan bir gücün desteğine ihtiyaç vardı. Damat Ferit Paşa bu görüşünü 1920 yılının Haziran’ınında İngiliz yerleşik nizamının tanınan simalarından dostu Aubrey Herbert’e yazdığı Fransızca mektubunda şöyle belirtmişti: “Türkiye barışı, felaket bir barışı kabul etti, birçok taahhütler altına giriyor. Bunları yerine getirmek ve birçok ve çeşitli zorluklardan kurtulmak için, Doğu’da en fazla çıkarı olan bir gücün desteğine ihtiyacı var, bu [güç] İngiltere değil midir?” Çünkü onun gözünde Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldaki “soylu ve güçlü müttefiki” İngiltere’nin “değerli ve kadim dostluğu” çok önemliydi. Sultan Vahdettin de bu konuda eniştesinden farklı düşünmüyordu. 1921 yılı Ağustos’unda, İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’u sarayına davet ederek görüşen padişah o görüşmede Rumbold’a İngilizlerden beklentilerini anlatmıştı. Rumbold bu beklentileri kralına yazdığı mektupta şöyle özetlemiş ve yorumlamıştı: Vahdettin “İngiltere’nin Anadolu’daki savaşa seçtiği anda son verebileceği konusunda ısrar etti ve İngiltere’nin gücüne olan apaçık inancı memnuniyet vericiydi.” Rumbold bu görüşmeden şu kanaatle ayrılmıştı: “Zihnimde sultanın hem şimdi hem de gelecekte bizden yardım umduğuna dair hiçbir şüphe yoktur.” Nitekim Sultan Vahdettin’in San Remo’da sürgünde dahi bir umutla tahta dönme arzusunun altında da bu beklenti vardı. İngilizler de dolaylı yollardan bu beklentiyi diri tutmaktan çekinmemişlerdi. İstanbul’da İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı olarak görev yapmış olan General Harrington’ın, halen aktif görevdeyken, San Remo’da Vahdettin’i ziyaret etmesi bilhassa sultanın “onun ilgisinden etkilenmesine” neden olmuştu, çünkü sultan bu ilgiyi “unutulmadıklarının” bir ispatı olarak algılamıştı. Ardından San Remo’yı ziyaret eden İngiliz filosunun komutanının da sultanı ziyareti bu ‘unutulmama’ duygusunu perçinlemişti.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahının ancak bir Büyük Güç sayesinde hem tahtını hem de ülkesini ayakta tutacağına dair sürgünde dahi devam eden inancı ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların Büyük Güçlere rağmen ülkenin bağımsızlığını kazanıp egemenliğini inşa edebileceklerine ve hatta bunu koruyabileceklerine dair güven ve inancı arasındaki fark, yıkılan bir imparatorluğun dış politika anlayışı ile yeni kurulan bir ulus devletin dış politika anlayışı arasındaki en önemli farktır. Çünkü ilki ümitsizliği ve kendini küçük görmeyi, ikincisi ise ümidi ve kendine güveni temsil ediyordu. Daha Eylül 1921’de, Falih Rıfkı (Atay), işgal altındaki imparatorluğun başkentinde, Müttefik sansür memurlarının kontrolü altındaki gazetesinden Mustafa Kemal Paşa’ya seslenerek bu büyük anlayış değişimini adeta haykırır: “Yunanı yenmek, iki sene süren kavganızda kazandığınız zaferlerin en azıdır. Siz önce kaderi, tevekkülü ve ümitsizliği yendiniz. Şimdi gözlerimiz perdeden kurtulmuş gözler gibi görüyor. Sansür. Ruhumuza ferah verdi. Sansür.”